YENİ TÜRKİYE'YE MEKTUP - EDEBİYAT
PROF. DR. İSKENDER PALA (Yazar)
Evvel selam ederek...
Enis-i ruhum, iki gözüm, sâkî,
Sana bu mektubu desenlerle renklerin, ezgilerle ahenklerin tenasübü vaktinde, saf, duru, berrak duygularla yazıyorum.
Ayrı ayrı anlayışlarımızı aynı topraktan alan sen ve ben... Yüzyıllarca yürüyüp yürüyüp de sonra bu toprakta kalan sen ve ben... Ruhumuzla, imanımızla yoğurup yurt edindiğimiz, mecazlarında bir medeniyet diliyle konuşup sevgilerin ve sevgililerin, gözyaşları ve hüzünlerin, mutluluk ve sevinçlerin sılası haline getirdiğimiz yurdumuzdan bahsedeceğim sana, Türkiye'mizden bahsedeceğim. ... Kilimleri desen desen, çiçekleri renk renk, kalpleri sevgi sevgi, dudakları ses, ses Yeni Türkiye'yi hissetmek, bilmek ve farkına varmak için. Çünkü sen ve ben sâkî, sen ve ben, orada birlikte yaşayacağız; gülümseyerek, haz alarak, gurur duyarak...
İFLAH OLMAZ BİR KİTAP MERAKINA SAHİPTİM
Hayal meyal hatırlıyorum, sâkî, henüz şehir görmemiş küçük bir çocukken, henüz köyün tek radyosunda bütün ahalinin topluca Yassıada mahkemelerine dair ajanslar dinlediği günlerden birinde, köyün imamı olan rahmetli babam elime bir kitap tutuşturmuştu. Birkaç sayfasında resim olan, şimdiki romanlar ebadında, serçe parmağım kalınlığındaki bu kitap, keçi güderken kendi kendine okuma yazma öğrenen bir babanın hissettiği bilgi eksikliğini oğlunda tamamlamak isteyen bir amaca mı hizmet edecekti, yoksa okumaya dair heveslere düşmüş bir çocuğa ışık mı tutacaktı, muhtemelen o da bilmiyordu ama o gün, o kitabın içindekileri okuyup öğrenmek istediğim kadar başka hiçbir dönemde okuyup yutmak istediğim bir kitap olmadı. İlkokula beş yaşımda kayıtsız başlamamda bu kitabın etkisi olduğunu hâlâ düşünürüm.
Okuması olmayan bir çocuğun taş baskısı bir kitabın yıpranmış sayfalarındaki resimlere hayali hikayeler yazıp yeniden bozması ve yeniden hayal edip yeniden yazmasının nasıl bir mutluluk olduğunu sana anlatamam sâkî. Okuma yazmayı öğrendiğimde, neden bilmem, artık o kitaba sahip değildim, lakin iflah olmaz bir kitap merakına sahiptim. Ankara-İzmir şosesinin dik yokuşunu zorlanarak çıkan şehirlerarası otobüslerden atılacak okunmuş gazetelerin -nadiren de dergilerin- yolunu gözleme dönemiydi. İki yıl sonra şehre (Uşak) taşınırken kitap ile daha yakın bir arkadaşlığım olacağını hayal etmiştim. Çok şükür, oldu da...
Evimizin soba yanan tek odasında, ders kitabımın arasına mahrem bir sevgilinin resimleri gibi sakladığım ödünç çizgi romanlarım vardı mesela. Ünlü Teksas veya Tommiks'in aynı macerasını kim bilir kaçıncı kez yepyeni bir heyecanla okuduğum kış gecelerine yaz ikindileri eklendiğinde, beş kardeşin ders kitapları haricinde evimizin tek kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i tanıdım.
Babam her sabahki gibi onu özel dikilmiş bez torbasından çıkarıp her sabahkinin aksine yüksek sesle okumaya başladığında bir başka dili ve dünyada başka türlü konuşan insanların olabileceğini düşündüm. Elbette başka dillerde yazılmış kitapların da...
Okuma meraklısı babam eve neden kitap almazdı, parası mı yoktu, kitaba mı ulaşamıyordu, kitap mı bize ulaşmıyordu, sormaya hiç cesaret edemediğim sorulardı. Ortaokul yıllarını tarihi geçmiş gazeteler, kese kağıtları ve sınıf arkadaşlarımdan aldığım çocuk hikaye kitaplarının sayfalarında yaşadım. Ve 1970 yılının tipiye çalan karlı günlerinden birinde, sâkî, Peyami Safa ismi kazıldı zihnime.
Ders kitabı dışında okuduğum ilk edebi eserin yazarı ve beni her dönemde çok etkilemiş olan ilk edebi eser; 9. Hariciye Koğuşu. Kitabı elime aldığımda bir asker hikâyesi okuyacağımı vehmederken safran boyalı koridorlardan eter kokusu duyarak sükût-ı hayâle uğradığım hasta bir çocuğun melaliyle karşılaşmak. Galiba kitabın adındaki "koğuş" kelimesinin en masum askeri anlamıydı beni yanıltan. Aynı kitabı lise yıllarımda yeniden okuduğum zaman ben de romanın kahramanı gibi hasta yatağındaydım ve ıstıraplarımın ince sızılarında bir haram lezzeti duymuş, yazarı kıskanmıştım.
Galiba yazmaya da o vakit karar verdim. Gel gelelim o yıllarda kitaba ulaşmak, hele de bir taşra şehrinde, hayal-i muhal sayılırdı sâkî. Şimdi söylediğimde belki de inanmayacaksın ama o zamanki Türkiye'de günde iki kitap bile basılamıyordu nedense... Bereket versin yetmişlerin sonunda kitaplarımız çoğalmaya başladı. Elbette pek çoğu ideolojik kaygılarla ve ülkedeki sağ-sol çatışmalarının silahları olarak. Bense kalemim hokkaya henüz bandırmıştım ve yalnızca iyi niyetime sığınarak yazmak istiyordum. Yazmak dediysem öyle edebi bir cümle falan değildi. Kağıtları, kitap ve gazetelerin boş sayfalarını, günlük, şiir ve şarkı defterimi kafamın içindeki ilkel, düzensiz ve işe yaramaz cümlelerle karalamak diyelim.
Radyodan işittiği şarkı sözlerine varasıya kadar yazmayı isteyen bir çocuğa ne yazık ki kimsecikler okumadan yazılamayacağı gerçeğini hatırlatmamıştı. Kitaba yahut kaleme aşina insanların olmadığı, bir kitapçı dükkanına nadiren rastlanılan düşük nüfuslu ve eğitimsiz taşra şehirlerinde kim bilir benim neslimden kaç çocuk kitaplara hasret ömürler yaşadı. Hâla bir muammadır, kitap mı yoktu, kitaba ulaşım mı yoktu, kitap merakı mı yoktu...
Yetmişli yılların sonunda delikanlılık çağına erişenlerin çoğu, bencileyin, kitap yerine gençlik fikir ve bunalımlarıyla tanıştı ve yavaş yavaş beyinlerinin cidarlarında acıyla, nefretle formatlanan düşünceler ürettiler. Bilemezsin sâkî, sağ ve sol kelimeleri birdenbire önemli kimlik etiketlerine dönüşüvermişti. Çok şükür ki zamanım henüz sokaklara taşmamışken ben kitabın lezzetini hissetmeye başlamıştım.
Yatılı mektep yıllarımı eleyen Kütahya kahvehanelerinin kesif sigara dumanlarıyla grileşmiş duvarları ve "Tekel" markalı iskambil destelerinin konçinaları arasında nadiren sağlıklı nefesler alabilirsem kitaplarla muaşakaya başlar, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ömer Seyfeddin, Refik Hâlid, Reşat Ekrem ve diğerleriyle uzun gece sohbetleri yapardım. İtiraf etmeliyim ki o zamanlar şiir kitapları hiç ilgimi çekmiyordu sâkî. Çünkü yazdığım dörtlüklere sitayişler yağdırıp ileride büyük şair olacağımı söyleyen arkadaşlarım ve hocalarım yoktu. Bugün bir şair olamamışsam ve ömrüm şairleri kıskanmakla geçiyorsa eğer, bunun sorumluları onlardır.
SAĞ YANIM DA SOL YANIM DA SIZLAR
Seksenler gençliğimizin üzerinden tank etkisiyle geçti. Tamamen savrulan ve savruldukça gençliğimizi savuran fikir ayrılıkları ve ülkenin bütün enerjisi, bütün birikimi... O yılları hatırladıkça hâlâ ağlayasım gelir. Sağcıları düşündükçe sağ yanım, solcuları düşündükçe sol yanım sancılanır çünkü...
Sokağın, kavgaların, duvarlara yazılacak sloganların, üniversite boykotlarının, toplu cenaze yürüyüşlerinin işgalinde geçen zamanlar benim için kitaba ulaşmanın ve kitap biriktirmenin heyecanıyla lezzetlendi. Osmanlı tarihi ve edebiyatı özel ilgi alanımdı ama ben Türk Klasik Edebiyatı'na âşıktım. Fuzuliler, Bakiler, Nedimler derken Mesnevî, Gülistan, Kelile ve Dimne... Kebikec o yıllarda benim de dünyamı kemirmeye başladı ve Dante, Homeros, Shakeaspeare, Gothe bilgimin öteki yüzünde bana farklı bakmayı gösterdiler. Ve Rus klasikleri... Edebiyat dünyası için olmazsa olmazlar...
Üniversiteyi bitirip bilimsel okumanın lezzetini kavradığım zaman Stuart Mill'in ifadesiyle "Kutsal su, bir baştan yüzlerce başa ayrıldı" sâkî. Artık elyazmalarının âherli dünyasını, ebru ciltlerin mikleplerini, ortaçağ Türk sanatının dizilip gelen rik'alarını, siyakatlarını anlamaya başlamıştım. Güllerin ve bülbüllerin, ebrûların ve gamzelerin, gazellerin ve kasidelerin kırkıncı kapısından girme zamanıydı o. Önümde bir medeniyet aynası duruyordu ve orada hüsn-i ta'lillerin fıstıkî feracelerine bürünmüş güzellerin yahut müraat-i nazîrlere bulaşmış aşk ateşi etrafında kelebekler gibi dönen derbeder şairlerin portreleri; saraylar ve konaklarda, sokaklar ve dükkanlarda, tekkeler ve medreselerde, mesire ve sayfiyelerde hangi âhenkle yaşayıp, ne tür vezinlerde güldüklerini yahut ağladıklarını anlayabiliyordum. Hatırlıyorum sâkî, o yıllarda ilgi alanımın Divan Edebiyatı olduğunu söylediğimde insanlar benimle gizliden gizliye alay ederlerdi. Arkamdan gericiliğimden başlayıp çağdışı kaldığımı dillendirdiklerinden şüphem yoktu. Daha birkaç ay evvel metrobüste, iktisat ders kitapları taşıyan iki öğrencinin aralarındaki konuşmaya istemeden şahit oldum. Fuzuli'nin Su Kasidesi mi daha güzel, Şeyh Galib'in Hüsn ü Aşk'ı mı tartışması yapıyorlardı.
Benimle alay edilen zamandan bu yana neredeyse kırk yıl geçmişti. Hem mutlu oldum, hem hüzünlendim Mutluluğum çabaların boşa gitmediğini görmekten, hüznüm de ömrün zembereğinin tik-taklarındandı.
Divan Edebiyatı'nın benim için bir tarz-ı hayat, bir aşk olduğu sene yanlış bir kararla asker olmuş, gül ve bülbülle sohbet ederken birdenbire topla tüfekle, üniformayla postalla uğraşmaya başlamıştım. On beş yıl sürecek bu dönem kitaplar benim hem sığındığım, hem sohbet ettiğim dostluklarını devam ettirdiler. Okuyup yazmayı bir teselliye dönüştürünce anlıyorsunuz ki hayata anlam katabilmek için yazdıkça daha çok yazmak gerekiyor; ve daha çok yazmak için de daha çok okumak... Tarih, medeniyet tarihi, sosyal bilimler, felsefe, sosyoloji, sanat vs. Sanat ve kültür ekseninde biriktirilen bir zihinsel miras.
ESERLERİMİZ BARBARCA YOK EDİLİYOR
Askerliği bitirip üniversiteye yeniden döndüm sâkî. Öğrenerek harcanmış bir ömrü, öğretmek için yeniden kurgulamam gerekti. Divan edebiyatını çöpe atamazdım. Bilakis gençlerin diline, çağdaş hayata onu yeniden tanıtmam gerekirdi. Ve gelsin denemeler, hikayeler, anlatılar, fıkralar. Yolun sonu elbette bir romana çıktı: L&M. O günlerde sâkî, sen hatırlamazsın Bağdat medeni(?) dünya tarafından bombalanıyor, atalarımıza ait eserler barbarca yok ediliyor, çalınıyor, götürülüyordu. O zaman anladım ki yeni bir çağ başlıyor; kültür ve sanat çağı. Meğer ben orta yaşlarımı kışlada tüketirken dünya değişmiş, sanat, bilgi, iletişim ve teknoloji benim neslimi eskitmişti. Twitter ve instagram zamanı kapıdaydı ve ben eskiler alıp satan bir adama dönmüştüm. Ve bir karar verdim. Kendi kültürümüzden, kendi kimliğimizden ilham alan romanlar yazmak.
Bir zamanlar dayatma ile hayatın dışına itilmiş bütün alanlar (müzik, mimari, edebiyat, tarih vb) şimdi kendileri gelmiş "Bizsiz olamazsınız!" diyerek karşı dayatmalarda bulunuyorlardı. Elbise dar gelmişti ve sökükleri yeniden dikmek gerekecekti. İğneyi elime aldım. Sökük dikeceğim sanıyordum ama kuyu kazmaya başladım. Tarihi romanların gömülü olduğu kuyuları.
Sâkî, o günlerde beni çok yadırgadığını biliyorum. Ama sen benden uzakta bir yerde dursan da ben seni yakınımda bir yerde hissedebiliyordum. Bana fazla sokulmayıp çekindiğin, kaçtığın hatta yan baktığın günleri bir bir izledim. Sonra bir rüzgar esti, algıların yavaş yavaş değişti ve benim yazdıklarıma itibar ettiğini gördüm. Bir zamanlar ben seni tanımaya çalışırken seni beni tanımaya çalışırken görmek elbette sevindiriciydi.
Senin neye değer verdiğini, hangi desenlere, ne tür ezgilere, kaç çeşit renge ihtiyaç duyduğunu yavaş yavaş anlıyordum. Ve bütün bunlar yıllar yılı okuduğum kitapların arasında vardı. Sen üniversitedeki öğrencim, gazete sütunundaki okuyucum, kitaplarımın sayfalarındaki dostumdun artık. Sana yüreğimi açtım ve açılmasını bekledim yüreğinin. On yıl da böyle geçip gitti sâkî. İlk okuyucum ile son okuyucum arasında, düşüncenin taş döşeklere uzanmış, kültürün buz kesmiş karlarını yorgan diye örtünmüş bir siluet olarak hep sen benim hayatımdaydın. Sen sâkî, şu anda bu mektubu mırıldanırken seni çok yakından tanıdığımı da bil artık.
Bilmem sâkî, benden hiç incindin mi? Seni incitecek bir şeyi asla yapmadım. Ama eğer arada sırada yazdıklarımdan sıkıldığın olduysa, kusura bakma, isteyerek olmamıştır. Çünkü sanat toplum içindir diyerek senin ihtiyaç duyduğun her şey benim ilgi alanıma girer. Senin somuttan ziyade soyutu, müşahhastan ziyade mücerredi istediğini, midenden ziyade gönlünün ve ruhunun doyması için çalışacağını, çatışma yerine sevgi ve dostluğu, kanayan yürekler yerine adaleti ve fikir özgürlüğünü savunacağını, eşitlik ve yaygın refahtan yana olacağını, komşun açken tok yatmayacağını artık biliyorum. En önemlisi de iyiyi, güzeli, doğruyu, estetiği, sanatı, güzelliği ve aşkı aradığın için seviniyorum. Belki biliyorsun, bunlar bir zamanlar senin kimliğini yoğuran değerler, geçmişte bir yerlerde yitirdiğin kavramlar... Genlerinde var olan ve onsuz olamayacağını idrak ettiğin güzellikler... Gittikçe maddeleşen dünyada bilboard'larda, ekranlarda, modalarda, markalarda bulamadığın şeyler... Nezaket, haya, tevekkül, merhamet, sabır, tefekkür, sadakat, kanaat...
YENİ RUHU BİRLİKTE ÜFLEYEBİLİRİZ
Sen de benim gibisin sâkî, dönüşüyorsun. Seksenli doksanlı yılların olumsuzlukları ve baskıları beni, milenyumun yeni rüzgarı da seni dönüştürüyor. Bana benzemeni isterdim ama benzemezsen elbette saygı duyarım. Sen ve ben sâkî, aynı olmak, aynı biçimde düşünmek, aynı şekilde giyinmek zorunda değiliz; birbirimizi anlayalım, birbirimize saygı duyalım, yeter. Ancak o vakit ortak vatanımız, evimiz, yurdumuz olan Yeni Türkiye'ye yeni ruhu birlikte üfleyebiliriz. Bunun için esen olumlu rüzgarları karşına değil, ardına alman yeter. O rüzgar şimdiden bizi önüne almış yükseltiyor, uçuruyor, götürüyor ve gösteriyor. Ve hisset sâkî, rüzgardaki milli ve yerli esintiyi hisset. Gücünü ve enerjisini toprağından, vatanından Türkiye'den alan gücünü hisset. Ulu ataların genlerinden savrulup bizi geleceğe götürmek üzere dirilişini hisset. Unutma sâkî hamurumuz yeniden yoğrulmaya başladı. Milli bir toprakta, yerlilik ırmağıyla... Ne geçmişe saplanarak ne geleceği inkar ederek...
Sâkî, yakın gelecekte, mesela 2023'te, 2071'de bademize dolacak iksirleri hayal edebiliyor musun? Bu rüzgarın önüne düşüp bu suyu içerek hasret düşürüldüğümüz Kızılelma'ya varabileceğimizi anlıyor musun? Ama sâkî, bunun için birlikte gayret lazım, ortak emek lazım, katışmış alın teri lazım... Ve yapılacak olanları başkasından beklememek lazım. O halde sâkî, tarladan mahsul alabilmek için şimdiden tohum ekmeye bak, meyve devşirmek üzere var bir ücrada bir ağaç dik. Ağını dolu çıkarmak için bağla düğümlerini sâkî, maksat için esbaba sarıl.
Sana olanca içtenliğim ve samimiyetimle hayatımı anlattım sâkî. Beni dikkate alırsın diye. Ve eğer dikkate alırsan mektubumun sonunda sana birkaç öğüdüm olacak. Bunu bir ukalalık değil, belki bir ömrün tecrübesi say ve bana kulak ver:
Gözüm nuru, sâkî!
Kültürüne dikkat et ve sanattan uzak düşme! Artık müzelerin mabet, sanatın din yerine ikame edilmek istendiği bir çağa giriyoruz. Kitle imha silahlarının yerini kitle iletişim araçları almış durumda. Milletleri savaşlarla yok etme çağı çoktan geçti, artık insanlık kültürleriyle esir alınıp sömürgeleştiriliyor. Hatırla sâkî; sen bir medeniyetin ve o medeniyeti yaratan bir kültürün içinde var oldun. Kendin olarak, kimliğine sahip çıkarak, kim olduğunu unutmayarak ilelebet yaşayacaksın. Ve Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına doğru Yeni Türkiye'yi kaldırıp yükseltecek şeyin kalbindeki cevher, damarındaki kan olduğunu bilmelisin.
Yaşadığın coğrafyanın kültürel ve tarihsel hazineleri sandık sandık; katman katman seni bekliyor. Bunca zenginliğin üzerindeyken neden bir gecekondunun sefaletine katlanasın ki sâkî, uyan artık, al eline kazmayı ve derinlere yürü, ta ki kendini bulasıya kadar. Kendinle karşılaştığında geleceğe yürüme arzusu hissedeceksin içinde. İşte o vakit sâkî ezgiler şarkı şarkı, renkler resim resim, hikayeler film film, kahramanlar yıldız yıldız dünyamıza yağacak ve modern zamanları meftun edecek, kendine hayran bırakacaksın. Bu ülkenin sahip olduğu katman katman tarihin dünya sanat arenasına filmler, tiyatrolar, operalar, sergiler, bienaller, koleksiyonlar halinde yansıdığını hayal et sâkî ve Yeni Türkiye'yi biraz da böyle düşün. Önce kendini öğren sâkî, kimliğini, ne'liğini, niceliğini öğren. Bunun için büyük engeller yok önünde, yalnızca bir karar var, kalbinden gelecek bir karar. İlk emir; "Oku!" Ve sâkî, okumaya başladığında sana neyi önerdiğimi çok iyi anlayacaksın.
Unutma artık senede 666 milyon 890 adet kitap basılan Yeni Türkiye'desin. Üstelik bu kitapları okuyan senin gibi 626 milyonun üzerinde kaderdaşın var. Belki güleceksin ama sâkî, benim 9. Hariciye Koğuşu'nu gördüğüm yılda basılan kitap adedi 5 bin 854 idi. O vakitler günde iki kitap bile basılamayan yokluklar ve yoksulluklar Türkiyesi çoktan geride kaldı, artık her gün 180'in üzerinde kitap basılan bir ülkemiz var. Ben lisede okurken bir yılda yapılabilen işi Yeni Türkiye'nin insanı bir aydan az zamanda yapabiliyor. Şimdi içinden "Ama hocam, o vakitler yirmi yedi milyon olan nüfusumuz bugün seksen milyonu geçti!" itirazını geçirdiğini hissedebiliyorum sâkî, böyle bile olsa senin şimdi kitaba erişim imkanın benimkine göre yüzde bin iki yüzün üzerindedir. Bu sana okuyan, öğrenen, bilgilenen, gelişen, geliştiren kısacası geleceğe emin adımlarla yürüyen Yeni Türkiye'yi anlatmıyor mu? Ha, sâkî?
TEK YÜREK TEK VÜCUT
Artık bir karar almalısın. "Oku!" emrine uyan bir karar. Sahi, bilen, araştıran, arayan olmak istemez misin? Arayan tamamlanır sâkî, arayan kemale erer. Unutma sakın, arayışta olmak, olduğunu sanmaktan yeğdir. Gayret göster de sen, varsın emeller eline girmesin; sen çalışmanı devindir de varsın kâr gelmesin... İbrahim ol da sen, ateşi alev alev harlandırsın Nemrutlar isterse. Ezcümle zırhını kuşanma vaktidir sakî, bilgisayar çiplerinin arasında zaferler kazanmak için... Ve seherde yollara düşme vakti, menzile ermek; başını toprağa indirme vakti, başak vermek için... Hakikate çıkmayan yollarda yürümekten bıkmadın mı sâkî?
Kapa gözlerini ve dinle sakî, toprağın kalbini, Yeni Türkiye'yi dinle. Duyuyor musun?!.. Tek yürek, tek vücut!... Bir millet, bir vatan, bir ülke. Uyan sâkî, uyan ve koş. Yakala esen rüzgarı. Yakala ki geleceğin kurtulsun, neslin ve milletin kurtulsun. Koş sâkî, güzel işler yapmak, güzellikleri yeniden tutmak üzere koş. Koş ki kurumuş gül yaprakları serpilsin ayaklarına ve yaşama sevinci vursun gelecek zafer taklarına. Yetiş sâkî, yetiş şehitliklerinde ihtiram nöbetini erenlerin tuttuğu, Yasin'leri meleklerin okuduğu Yeni Türkiye'ye. İslam adına, Müslümanlık adına, serhat ülke Yeni Türkiye'dir bu, unutma. Orada geceler teheccüd gözyaşlarıyla yıkanır, orada seherler İlahi âhlarla aydınlanır. Yeni Türkiye sâkî, nakış nakış desen ve türkü türkü sestir. Türkiye bir Türk için verilecek en son nefestir.
"Çatma kurban olayım çehreni ey nazlı hilal"
Baki meveddet, muhabbet ve's-selam sâkî, benim güzel ve nazenin kızım, yiğit delikanlım...
Güzel günde, kutlu saatte ol diyerek...