Ben tam olarak yetişemedim ama hayâl meyal hatırlıyorum. Sabah işe gitme saatlerinde İstanbul'un uzak semtlerine "Kaptıkaçtı" denen bir taşıt dadanırdı. Küçük bir kamyonetten bozma, üstü branda örtülü, içinde karşılıklı iki sıra bulunan bu toplu taşımalara sallapati bir merdivenle çıkılırdı. Araç tangır tungur yol alır, yolcular yolun tozunu yutar, indiklerinde bir kardan adam kisvesi takınırlar, fakat böbrek problemi yaşamazlardı. Sağlıklı bir hadiseydi. Çünkü Kaptıkaçtı'ya bir kere maruz kalanda ne böbrek taşı kalırdı ne bir şey.
***
Belediye otobüsleri 2. Dünya savaşından kalmaydı ve eğer su kaynatmazsa üç saatte bir geldiği için revaçta bir taşıttı bu kapkaçlar. Gardırop inkılapçılığı ve arada bir gençlere pata küte girişen asabı bozuk apoletlilerle birlikte, hızla modernleştiği söylenen bir ülkenin İstanbul'unda, her sabah çığlık çığlığa "varlığım varlığına armağan" şeklinde uyanırdık...
Daha Müslüman siyasetçiler ortaya çıkmamıştı, kahvehanelerde çoluk çocuğa bira satılıyor,
Taksim'e indiğimizde çamurlu paçalarımızı çitileyerek gittikçe muasır oluyorduk. 70'ler, 80-90'lar böyle geçti. Her şeye rağmen "gel kardeşim elini ver bana" şeklinde aranjmanlar söylüyor,
Yeşilçam filmlerinde erken bunama geçiriyor, tek tek basaraktan ve de bâde süzerekten yuvarlanıp gidiyorduk.
***
Bugünden baktığımda kaptıkaçtı, langır lungur bir hayattı o. "Kaptıkaçtı" kelimesi bende, cumhuriyetin ataerkil idaresinin ve ardından büyük İstanbul yağmasının temel kavramı oldu. Her şey öyleydi. Palas pandıras ve apar topar...
Şehre ve insana ihtimam ve iltifat, nesli tükenmiş birkaç nazenin İstanbulluda demode bir hatıra olarak kalmıştı...
"Mutluluk Kapısı" tâbir edilen payitahtı
Alman şehircilere tarumar ettiren, binlerce eseri yok eden,
Amerikan arabaları gezsin diye geniş caddeler açıp şehrin karakterini yerle bir eden kaptıkaçtı sevdalardaydık...
Olay 2. Mahmut'la başlamıştı, cumhuriyetle büyüdü. İlk demokrasi deneyimi Menderes de o kafadaydı. Kapıldı geçildi... İstanbul'da nesepsiz apartmanlar tarlası böyle yeşerdi. Tarihi yarımadanın "Ottoman" görüntüsü eskiciye satılınca, bugünün gökdelen çılgınlığının işaret fişekleri atılmış oldu.
Şimdi gidin kentsel dönüşümlere bakın, hepsi birbirine benziyor, hiçbiri bizden değil. Bizim ruhumuzla, mimari mirasımızla alâkaları yok. Kopyala-yapıştır mimarlarla, haris ev sahipleri aynı çukura düşmüşler ve ortaya ucubeler sürmüşlerdir. Koca şehrin görüntüsü budur...
Adalarda ecdadın rozeti birtakım yapılar, Kuzguncuk-Balat'ta bir şeyler kalmıştır. Ama eminim oralara da musallat olan bazı dağdan inme tilkiler vardır.
***
84'de kurulan TOKİ son yıllarda vatandaşı ev sahibi yapmak için kolları sıvamış ve sağlam konutlar üretmiştir. Tamam da tekdüze "İşçi Konutlarından" başka bir mimari biçim de yaratamadık. Ondandır Anadolu'da birçok şehir sadece tabelasından ayırt edilecek durumda. Kimliksiz, duygusuz bir kargaşa.
Çünkü bir mimari mefkuremiz, bir felsefemiz yok! Ondandır işte gidip, kenar köşe tek tük kalmış o sarmaşıklı zarif İstanbul evlerinin önünü instagram tarlası yapmışızdır, selfi kuyusu açmışızdır.
***
Her saniye sur içi trafiğine bir çekirge ordusu gibi dalan arabalarla, "Dünya Kültür Başkenti" tampon tampona... Neden bu şehre çocukluğumuzdan beri konuşulan ikametgâh sınırlaması getirilemedi? Nedir, Bağcılar mıdır şehrin yeni yüzü? Bu şehrin kültür bürokratları mezar ziyareti dışında ne yapmakta? Mimarlar, şehirciler, belediyeler hangi mühim faaliyetteler? Ne oldu metronun devamına? Ne oldu yeni vapurlara, tramvaylara?
Sahiden soruyorum ne oldu şehrin hüsnü aşkına?
***
Kaptıkaçtı işler, hor görmeler, geçiştirmeler. Şehrin estetiğini kapkaç müteahhitlere devretmeler. Bu mudur mirası sahiplenme, bu mudur yani medeniyet algısı?
Kaptıkaçtı, en eski bir Türkiye klasiğiydi. Böbrek taşları için yeni teknolojiler icat edildi. Artık ihtiyacımız yok onlara. O kapkaç, o telaş, o ıstıraplara...
***
Şehir, affedici bir ananın tombul kollarıyla gene sarıyor bizi bakın, nefesinde bir yağmur kokusuyla.
Cesaretimiz var mı bilmiyorum ama, delikanlı ve şiirbaz bir atılım gerekiyor zannımca...