O... Önce nur, ruh, akıl ve kalemi yarattım, demişti. Biz buna ilahi epistemoloji, yani bilgi teorisi, bilgilenme teorisi der miyiz? Deriz...
Bunlar bir gül tomurcuğunun yaprakları gibi iç içedir ve birbirinin şifresi durumundadır. Kâinatın şifresi kalem, kalemin şifresi akıl, aklın şifresi ruh, ruhun şifresi de nurdur. Bu söylediklerimizin tümü bir bütünün değişik aşamalarıdır. Ve hepsi insanda toplanır.
İnsan, "ben önce ruhu yarattım" sözü gereği ruh olarak yaratılmıştır. Ondandır tasavvufta bu gerçek; insan kâinat yaratılmadan önce ayân-ı sabiteydi, yani yaratıcının ilmindeydi şeklinde anlatılır.
İnsan kendini oluşturacak bir hücre haline gelmezden önce böyle soyut bir fikirdi. Görünmez âlemdeydi. Oradan geldi ve oraya dönecektir. Onu yaratan ise "Kenzi mahfi" denen balların balı sözde kendini açık etmiştir: "Bilinmez bir hazineydim bilinmek istedim."
İnsanı kendime elçi seçtim...
***
Her zerremiz her hücremiz bir âlemdir. Buralarda haşrolmuş durumdayız. Bir süre sonra neşrolacağız. Varlığımıza kıymet verip bütün insanların kardeş olduğunu bilmeliyiz.
Tamam da şu etraftaki her beşer harbiden "insan" mı?
Bu sorunun cevabı için "gönül" denen yere bakmalı. Gönül mânâdır ve dahi âdem-i mânâ dediğimiz şey insan-ı kamildir. İnsanın anlamı; bütünlenmiş, erişmiş, genişlemiş bir gönüle sahip olmasıyla tanımlanır.
Gönülün sahibi Rahmandır. O gönüle girebilmenin yolu soyunup arınmaktan geçer. Burada arınmak ve soyunmaktan kastedilen şey hırstan, kinden, hasetten kurtulmak yani tam anlamıyla bir "Lâ" çekmektir. Yoktur... diyebilmektir. Bunu öyle ezberden değil, düşünerek taşınarak diyebilmek illâ ki zordur. Para, mal, çoluk çocuk, gösteriş ve dahi kendimize gizli-saklı ilah ettiğimiz ne varsa her şeyin alayına "Lâ" çekebilmek...
Öyle her yiğidin işi değildir...
***
Gönül âlemi insanın asıl vatanıdır. Orada gönül muhasebesi yapılır. Gönlü temiz olanlar arı, duru bir hâlde oldukları için vicdan azabı çekmezler. Gönüle girebilmek için yanmak gerekir. Çünkü o kirler anca ateşle temizlenir. Yanıp temizlenenler altın gibi parlarlar. Kendileriyle barışır ve zatlarını sevmeye başlarlar. Çünkü kendini sevmeyen, kimseyi sevemez, kendiyle kavgalı olan, huysuz olur, arsız olur.
"Bir gönül yıktın ise, hikayesin!" denmiştir. Bu laflar "gönlü" olana söylenmiştir. Bir de her gönül birbirine benzemez.
Kendi içini tam anlamıyla çözmeden, öğrenmeden, bilmeden dırdır edip duranlar işi çığırından çıkarırlar. O yüzden iç âlemi (enfüs) ve dış âlemi (âfak) ayrı görenlerin dengesi şaşırır. Çünkü mevzu makro kozmosu, mikro kozmosta, yani dış âlemi gönülde toplamaktır. Bilakis kâinatta olan her şey oradadır. Çünkü insan kâinattır...
Herkesin gönlü kendi istidadına göredir. Etrafta "ben oldum" diye gezinenler evet vardır da boştur! Kişi "Ben öldüm" derse mesele sulh olur.
Bir de tabii gönülden gönüle fark vardır. Cahillerin gönlü karanlıktır. Onlarda elektrik kesiktir. Bu yüzden onlar korku ve paranoya içindedirler. Sokakta gördüğümüz gözleri ferfecir okuyan tipler onlardandır. Gönlün aydınlatılması gerekir. Tüm dinlerin esas meselesi budur.
***
Geçmiş zaman Üsküdar'da Selami Ali Efendi namında bir eren varmış. Selami Baba dışarı çıktığında önüne bakar yürürmüş. Etrafa bakmadığı için de çevreden ona selam vermek için ayağa kalkanları görmezmiş. Dervişlerinden biri bu işe merak sarmış:
"Siz neden size selama duranlara karşılık vermiyorsunuz sultanım?"
Selami Efendi de bir daha selam veren olduğunda ona söylemesini istemiş. Bir süre sonra çarşıda insanlar yine selama durduğunda bizimki:
"Bakın yine selam veriyorlar," deyince Selami Efendi dervişin gözlerindeki perdeyi kaldırıvermiş! Derviş, şeyhine selam verenleri çeşitli hayvan suretlerinde görmez mi! Timsahlar, yılanlar, sırtlanlar, çakallar, çıyanlar... Korkudan ödü patlamış. Selami Baba da ona bir daha selamına karışmamasını öğütlemiş. Yaşadığı semte de "Selamsız" denmiş...
***
Mevzuyu getirmek istediğim yer şudur; gönlü kavi olmayandan uzak durmalıdır. Kolu bacağı kaptırmanın lüzumu yoktur.
Çünkü derdimiz başkadır, lisanımız başka...