Soyut ve geniş açılı bakmaya istidatlı, öyle yaratılmış meleke sahibi insanlar vardır. Eskilerin meleke dediğini günlük dilde 'yetenek' kelimesi değil, ancak kabiliyet karşılar. Kabiliyet, KBL kökünden gelmekte. Kâbil, kabul eden, alan, uyan. Işığı alan ve ışığı nerden aldığını da bilen...
'Yetenek' kelimesi bu noktada tamtakır kuru bakır, ihtiyaç anında su katıp kullanılmakta.
Ama asıl söylenmesi gereken şu, kabiliyetli insanların bir problemi var! Doğuştan istidatlı, yani nasipli kafalar nedense depresyona, özellikle de varoluşsal depresyona daha meyilli kişiler oluyorlar.
"Kimim, nerden geldim, neredeyim, nereye gidiyorum, kim bu farfaralar?"
Yüksek maharetlere, marifetlere, kavrama ve sezme kabiliyetine sahip kişiler bu depresyon türüne en baştan yatkın oluyorlar.
Varoluşsal Depresyonu ünlü psikiyatr ve roman yazarı Irvin Yalom 'Dışlanmak' olarak açıklamış. Kendini dışarıya itilmiş bulan insanın hayatın anlamsızlığı fikrine varması ve yeniklik, gam tasa vesvese durumu...
***
Peki niçin bu varoluş kaygı krizleri doğuştan cevherli insanlarda fazla görülüyor?
Bunun bir nedeni; melekelerle donatılmış kişilerin sathi günlük meselelere odaklanmak yerine, fikirlerin, ilmin, gözlemledikleri olay, olgu ve davranışların kuş bakışı analizinin peşinden gitmesi.
Tefekkür etmesi, derinlemesine işin en dibini düşünebilmesi...
Somut hayattaki asıl çelişkileri görmek ile ilgili bir şey bu. Sadece bununla da sınırlı değil. Doğuştan yetenekli insanlar, etrafta gözlemledikleri şeylerin aslında nasıl daha farklı, daha iyi olabileceğine dair ihtimalleri düşünebildiklerinden dolayı soyut ideallere düşkün, dolayısıyla filozof, sanatçı ve giderek idealist bir kimliğe sahip oluyorlar.
Söz konusu meziyet onlara, dünyanın raydan nasıl çıktığını fark etme becerisi kazandırmakta. Öte yandan, doğuştan marifetli kişiler daha yoğun bir hassasiyete sahip olduklarından, ideallerine ulaşamadıklarında yaşadıkları hayal kırıklığı da çok büyük oluyor.
***
Bu özel insanlar veya 'Erken Öten Horozlar' adeta sosyal bir lanet gibi toplumdaki tutarsızlıkları ve ahmaklıkları anında idrak ediyorlar.
Onlar için ortak kabuller, normallik denen şey ve gelenekler sorgulanmalıdır. "Neden insanların söyledikleriyle yaptıkları uyuşmuyor? Niçin bu denli yalan?"
Böyle biri temel endişelerini çevresindekilerle paylaştığında genellikle menfi bir tepki alır: "Deli mi ne?"
Arkadaşlarının, özellikle de yaşıtlarının kendisi gibi düşünmediğini, aslında bu sorunlarla hiç ilgilenmediklerini anlamak esaslı şoktur: "Deli miyim ben gerçekten?"
Toplumdışına atıldığı kaygısıyla titrer insan. Çünkü çevre somut, popüler gazlarla ilgilenmektedir. Siyasi kapışmalar, modalar, artistler, sporcular, magazin ve dizi gazı!
***
Yüksek melekelere sahip olan talihsizler bu yüzden kendilerini dışlanmış hisseder ve toplumdan gittikçe uzaklaşırlar.
Derin düşünceyle, bilgelikle alay eden dış dünya üstüne gelmekte, gerçekliği kuş bakışı görme yeteneğine sahip olanın kolunu kanadını kırmaktadır. Dünya ona şöyle bağırmaktadır:
"Sapkın mısın evladım sen? Sürüye uy!"
Dışlanmanın verdiği sıkıntı, yüksek beyin potansiyelleriyle birleşince -özellikli gençler- baskılar, dayatmalar karşısında patlamalı bir mizaç giyinirler. Ya da kabiliyetlerini ortaya çıkarmaktan korkar, pusar, uyum sağlamak için olmadık saçmalıklara bürünmek zorunda kalırlar.
O vakit bu 'Budanmış Bireyler', yalnızlığın buzdan kılıçlarını kalbinde hisseder. Depresyon yüzsüz, gitmek bilmeyen bir misafir, bir kâbus gibi başköşeye kurulur...
***
Tırsmanın ve dışlanmanın aşılması ise ateşten kelimeleri ısrarla fısıldamaktan ve asla yalnız olmadığını bilmekten geçiyor.
Sezai Karakoç şöyle söylemiş:
"Küf tutmuş kilitler gıcırdarken
Ta karanlıklar içinde birden
Bir türkü gibi yükselirsin sen
Fısıldarım sana yıllarca içimde biriken
Söyleyemediğim ateşten kelimeleri
Şuuraltım patlamış bir bomba gibi..."
Meraklısına:
'Yıkılma Sakın' yazılarımı sürdürüyorum.