Hayır O. Henry değil.. Oscar Wilde, Mark Twain de değil.. Bu küçük adamın minnacık öyküsünde imza bile yoktu..
Sabahın arka kapağında, dün sabah okudum herhangi bir "Küçük Adam" ın öyküsünü..
Ogün Güllüoğlu'ydu adı.. Bursa çöplüklerinden kağıt toplayıp, satarak geçimini sağlıyordu. Karantina günlerinde sokaklarda dolaşamayınca, geçimini sağlayamaz oldu. Bunalıma girdi ve bir binanın tepesine çıktı. Haber alan polisler geldiler. Müzakereci polis yanına çıktı. Konuştu, ikna etti ve aşağı indiler.
Güllüoğlu akşamüzeri bir başka semtte bir başka binanın damına çıktı. Gene polisler geldiler.. Yoldan geçen hayırsever bir vatandaş da Ogün'e 500 lira verdi.
Güllüoğlu, bu defa polis merkezine götürüldü ve hafta sonu sokağa çıkma yasağını iki defa ihlal ettiği için, iki defa 3 bin 150, toplam 6 bin 300 lira ceza kesildi.
İlginç, ironik bir öykü.. Ama dedim ya haberde imza yok. Demek bizim Bursa muhabirimiz yok. Muhtemelen bir ajanstan, ya da bir internet kaynağından, oralarda ne varsa artık, o kadarını almışlar..
Oysa, ayni günde iki defa intihara teşebbüs eden kağıt toplayıcısının arkasında kim bilir ne meraklı bir hayat hikayesi vardı, yazılsa O. Henry'leri, Oscar Wilde'ları, Mark Twain'leri geçecek, hatta film, dizi olacak bir öykü vardı, belki de..
Dizi ya..
"İkizler Memo Can"ı izlediniz mi?.
Prens ve Dilenci (The Prince and the Pauper) adlı öyküden esinlenerek Sevgili Türker Ağabeyim (İnanoğlu) harika bir yerli dizi yapmış, Yunanistan'dan Güney Amerika'ya dek, dünyaya satılmıştı.
En son Makedonya'dan reyting rekorları haberleri geldi.
Doğumlarında bir kaza sonucu birbirlerinden ayrılmıştı ikizler.. Birisi (Can) holding sahibi babasıyla büyürken, kaybolan ve bir yol kenarında bulunan ikincisi Memo'yu bir gece konduda annesi ve kardeşi ile yaşayan Melek büyütmüştü. Geçimini çöplüklerden kağıt toplayıp satarak geçinen Melek..
Sevgili Nehir Erdoğan nasıl güzel canlandırmıştı kağıtçı kadını..
Ben o kağıt arabalarını iterek ve çekerek sürükleyen, İstanbul'da yürünecek doğru dürüst kaldırım olmadığı için de mecburen akan trafiğin içinden giden kağıtçılara öyle kızardım ki, trafiği kestikleri, tıkadıkları, hatta Beşiktaş, Ortaköy ara sokakları gibi tek şeritli mahalle yollarında, resmen kilit ettikleri için..
"Belediye zabıtası, polis bunları niye engellemez" diye de nasıl öfkelenirdim..
Memo Can'daki Melek'in öyküsü, bana o küçük, o bizi kızdıran minnacık insanların arkasında ne büyük öyküler, dramlar olduğunu düşündürmeye başladı işte..
Şimdi, yolda giderken bir kağıt toplayıcıya rastlarsak, "Durun" diyorum Ercan'a, ya da Caner'e.. Bir kağıt da ben veriyorum onlara.. Arabalarına değil, ceplerine koyacakları minik bir kağıt!.
Bizdeki haberi okurken, ayni günde iki defa kendini atmak için dama çıkan o küçük adamın, kağıt toplayıp satarak geçinen, belki de Melek gibi aile geçindiren Ogün Güllüoğlu'nun arkasında yatan, dram az kalır, trajediyi düşündüm işte..
Bizim haberde imza yoktu.. Ama Memo Can dizisine ve onun muhteşem tiplemesi Melek'e ilham veren "Prens ve Dilenci" öyküsünün altında bir imza vardı..
Mark Twain!.
***
Hey gidi Koca Ruşen hey!..
Pazar sabahı haber aldım, Sevgili Dostum, mahalle arkadaşım Ruşen'in haberini..
Siz pek bilmezsiniz. Bizde de pek bilinmez hatta, ama dünya çapında bir ustaydı.
Dünyaca ünlü Londra Filarmoni ve Royal Filarmoni Orkestralarının baş viyolacısı.. Viyola gurup şefi Ruşen Güneş!..
...Ve benim lise, üniversite yıllarımda mahalle arkadaşım..
Bizim ev Ankara İçel sokağın tam köşesindeydi. Ruşenler de hemen aşağıda.. Mahallenin gözdelerindendi Ruşen. Öyle yakışıklıydı ki.. Bir de harika keman çalardı. Bütün kızlar ona değil de bana mı aşık olacaklardı yani..
Öcal ağbimin kaptanlık yaptığı mahalle futbol takımının da en iyi oyuncusuydu.
İnanın, kemanı değil, futbolu seçse, ülke, hatta dünya tarihine geçerdi, öylesi..
Ama dedim ya, keman hayatıydı onun.. Bizim hayatımıza da renk katardı o keman..
O devirde kızların sokağa çıkması yasak.. Pencereden bakarlar, en fazla kapının önüne, ya da varsa bahçelerine inerlerdi.
Ruşen bizim mahallede.. Yurdaer de.. Yurdaer Doğulu..
Kenan'ın babası hani.
Yaz geceleri Ruşen ve Yurdaer, bizim apartmanın önündeki duvara oturur ve müzik yaparlardı, gitar ve kemanla..
Düşünün mahalle kızlarını..
Bir gece Yurdaer yok. Ruşen geldi yalnız.. Delikanlılar toplandık. "Hadi bu gece dolaşalım" dedik. Ruşen aramızda çalıyor, biz etrafında yürüyoruz.
Yol boyu pencereler açılıyor, kızlar sarkıyor. Biz hava basıyoruz.. Birden iki sokak üstte oturan ama bizim mahalle takımında basket oynayan bir ortaokul öğrencisi var. Koştu geldi.. "Çabuk kaçın.. Dev Ali mahallesini topluyor, size saldıracaklar" dedi. Ruşen biz yürürken, o zamanın en popüler şarkısı "Deniz ne kadar güzel hoş"u çalıyor. Dev Ali lakaplı mahalle külhanbeyinin de kız kardeşinin adı Deniz değil miymiş.. Tabii bizimkiler kaçmayı kendilerine yediremediler.
Kavgaysa kavga edilecek..
Ruşen koşarak bana geldi.. Kemanın kutusunu hep ben taşırdım.. Kutusuna koydu. "Hıncal, bu keman konservatuvarın malı. Bir şey olursa, hayat boyu ödeyemem. Sen bu kemanı kaçır, azgın herifler parçalamasın" dedi.
Kemanı göğsüme bastırıp nasıl sarıldığımı ve koşmaya başladığımı hatırlıyorum.. Kendime geldiğimde Ankara Garı'nın beşinci peronundaydım. İyi mi?. Ruşen'le ne zaman karşılaşsak, kemanı nasıl koruduğumu anlatırdım da, gülüşürdük.
Konservatuvar sonrası çok büyük bir burs kazandı Ruşen yeteneğiyle. Yüksek eğitimini dışarıda viyola üzerine yaptı.
Mezun olur olmaz da Royal Filarmoni kaptı onu..
Sonrası..
En son 16 Kasım 2012'de yazmışım bu köşede onu..
Boğaziçi Üniversitesi Albert Long Hall konserinde piyanist Başar Can Kıvrak'la Brahms'ın piyano ve viyola için sonatını çalmışlar. O gece milli maç da var ama koştum gittim Ruşen'e.. O geceyi anlatan yazımdan bir alıntı..
" Koşarak gittim. 'Ruşen geldi mi' dedim, Evin'e. Gelmiş.
Beraber odasına daldık..
Yahu adam, lisedeyken de mahalle kızlarının gözdesiydi, nasıl kıskanırdım, şimdi de nasıl yakışıklı.. Bembeyaz dalgalı saçlar ve çok şık bırakılmış ve kesilmiş bir sakal.. Sarmaş dolaş..
'Artık daha sık görüşürüz' dedi.. İzmir, Yaşar Üniversitesi'nde ders vermeye başlamış.. 'Öcal'ı da bulurum.
Orada konserlerim de olacak' dedi.." Sonra.. Sonra ne görüşmesi.. Bugün.. Yarın.. Erteleme..
Erteleme..
Ne zamana dek..
Pazar sabahına.. Evin İlyasoğlu Hocam aradı.. "Gürer (Aykal) aradı bu sabah" dedi.. "Ağlıyordu Şefim!.. Ruşen'i kaybetmişiz.."
***
Şimdi Elvin geliyor!..
Ruşen'i en son Evin Hocam sayesinde, Boğaziçi Albert Long Hall'de izlemiştim.. Elvin Hoca'yı da ilk defa, ayni salonda, ayni Evin Hocam'ın konserinde..
Elvin Hoxha Ganiyev 7 yaşındaydı ama hem görünüşü, hem hali tavrı, hem de kemanı, büyüleyiciydi.
Konser bitince kuliste buluşmuştuk gecenin genç müzisyenleriyle..
Elvin'e "Şimdi tamam, ama büyüyünce sakın yakınıma gelme.. Sende bu yakışıklılık, bir de bu keman olunca, benim karizmayı sıfırlarsın" diye şakalaşmıştık.
Göğsünde Mustafa Kemal.. Kemanında Mustafa Kemal.. İşte Elvin Hoca!..
O Elvin'i yazmışım işte, gene bir Albert Long Hall Konseri sonrası, 19 Mart 2017'de bu köşede.
Gürer Aykal Şefimin Senfonietta adlı oda orkestrasıyla, Mozart çalmıştı.
İşte o yazımdan da alıntılar..
*
Yıllar yıllar önce, 7 yaşında mıydı.. Gene Albert Long Hall'de izlediğim çocuğa hayran kalmıştım..*
O yazıda genç yaşındaki ödül listesi var. Bir tanesi özel..
"2010 Andante 17 Yaşaltı Genç Müzisyenler 1. Ödülü." Niye özel?.
Ben, hem de ne gururla "Ben" verdim o ödülü Elvin Hoca'ya da ondan.. Ben bu delikanlıya hep Elvin Hoca derim de.. Babası Azerbaycan, annesi Arnavut asıllı ama tüm aile Atatürk milliyetçisi Türk çocuğu!.
Dün sabah, bugünün yazıları için aşağıya, bilgisayarıma inerken, cep telefonuma bir mesaj düştü. Yollayan Gürer Şefim.. Bir video bu. Tıkladım..
Genç bir kemancı, o ünlü "Ankara" türküsü'nü yorumluyor, üzerinde Atatürk tişörtüyle..
"Ankara'nın taşına bak Gözlerimin yaşına bak Uyan uyan Gazi Kemal Şu feleğin işine bak işine bak..
Ankara'nın dardır yolu Düşman aldı sağı solu Sen gösterdin Paşam bize Böyle günde doğru yolu!." Böyle günde bunu seçmek için Gürer olmak lazım işte..
Ankara'nın Taşı, artık Ruşen'in simgesi, onun taşı benim için..
Çalan genç, "Geleceğimiz!." "Bir Güneş battı ama işte bak Hıncal, yeni bir güneş doğuyor" diyor Şefim!.
***
Tebessüm
Temel ve Dursun ava gitmişlerdi. Akşamüzeri Temel bir geyiği sürükleyerek kahveye gelince, herkes Dursun'u sordu..
"Ormanda bayıldı" dedi Temel.. "Yani Dursun'u bırakıp, geyiği buraya kadar taşıdın öyle mi" dedi kahvedekiler..
"Dursun'u kimse çalmaz ki" dedi, Temel!.
Sevdiğim Laflar
"Müzik hayatın neşesi, ruhu, sevinci ve her şeyidir."
Mustafa Kemal Atatürk