Dünya insanı belki de ölümsüzlüğe götürecek "Kök Hücre" tedavisini konuşuyor. Geçen haftalarda çeşitli İngiliz ve Amerikan gazetelerinde bu konuda yoğun haberlere rastladım.. İnsanlık adına mutlu olmamak elde değil tabii.. Ama bir Türk olarak kahroldum, okurken..
Çünkü "Kök Hücre Tedavisi" denen şeyi düşünen, araştırmaya ve denemeye başlayan, yani bu tür tedaviye bilim dünyasının kapılarını açan bir Türk'tü..
O hikayeyi bugün birinci elden nakletmek isterim size..
Birinci el, Serpil Gogen. Kız kardeşim.. Niçin o ve nasıl!. Bırakıyorum kendi anlatsın..
***
Kök hücre... O zamanlar "canlı hücre" diye anılırdı. Kırk yıl önce...
Ailecek, kuzen Mehmet Ali Kışlalı'nın dergisi Yankı'da çalışıyorduk. Yankı, ayni zamanda Time,
New York Times, Fortune,
Daily Telegraph,
Le Monde gibi dış basının önde gelen isimlerinin
Türkiye bürosuydu.
1979'un Mayıs'ında Le Monde'dan bir teleks mesajı geldi. Ancak bilimkurgu hikayelerinde ya da düşlerde rastlanacak türden bir not ve sorular... Hastaya, insan embriyosundan (cenin) alınan canlı hücreyi naklederek yapılan bir tedaviden söz ediyor, üstelik, sistemi bulan ve uygulayan kişinin bir Türk olduğunu, Ankara'nın göbeğinde, yanı başımızda yaşadığını yazıyordu, Le Monde İstihbarat Şefi..
Ordinaryüs Profesör Süreyya Tahsin Aygün... Emekli tuğgeneral!.. Haydarpaşa Askeri Veteriner Okulu'nda okurken, 1. Dünya Savaşı nedeniyle eğitimine bir süre ara vermiş, 1920'de veteriner hekim olarak orduya katılmış, 1924'te kazandığı bir sınavla
Almanya'ya giderek bakteriyoloji, viroloji ve bulaşıcı hastalıklar üzerinde ihtisasını tamamlayıp, 1926'da Berlin Yüksek Veteriner Okulu'da doktora yapmış ve ülkesine dönmüş. 1944'te ordinaryüs profesör olmuş, 1950'de ordudan emekli olunca, tüm çalışmalarını üniversiteye hasretmiş, 1964'te üniversiteden de emekli olunca, yurt içinde ve yurt dışında çalışmalarını sürdürmüş... Çeşitli dillerde basılan ve çalıştığı konuları kapsayan 18 kitap yazmış...
Görev bana verildi. Büyük bir heyecanla randevu alıp, Kavaklıdere'deki evine gittim. Duvardaki silah arkadaşı Atatürk portresini, dünyanın dört bir tarafından verilen şeref belgeleriyle donanmış o çok sade ve mütevazı salonu hiç unutmadım. 84 yaşındaydı ve konu üzerinde kırk yıldır çalışıyordu. İlk zamanlar hayvan hücresi kullanmış ama sonuç pek başarılı olmayınca, insan hücresini denemeye karar vermiş. Çalışmalarını, zorunlu kürtajlardan veya çeşitli kazalarda hayatını kaybeden hamile kadınlardan elde edilen ceninler üzerinde yoğunlaştırmaya başlamış. Böylece, hayvanların kobay olarak kullanılmasına, acı çektirilmesine de prensip olarak karşı çıkmış.
Prof. Aygün ve asistanları ilk zamanlar her hücreyi kendi organına enjekte etmişler. Sonra doğanın emsalsiz düzenini fark edip, hücrenin, damara, adaleye, nereye aşılanırsa aşılansın benzerlerinin yaşadığı adresi gidip bulduğunu ve ortama uyum sağladığını görmüşler. Organ bozukluklarından doğan tüm hastalıklar, geri zekalılık (mongolizm), kanser, siroz, ülser ve benzerleri sistemin kapsamında.
Almanya'da adına enstitü kuruluyor, deneyler olumlu sonuçlar veriyordu ama Türkiye sınırları içinde insan hücreleriyle çalışmasına, çalışmaları ve sonuçları için ruhsat almasına izin verilmiyordu. Ve o günlerde 84 yaşında olan bir bilimadamına, "Deneylerini 10 yıl hayvanlar üzerinde sürdür, sonra insanlarla çalış" deniyordu.
Prof. Aygün prensip olarak karşı olmasının yanı sıra, hayvanlar üzerinde yapılan deneylerin insanlarda ters sonuçlar verebildiğini biliyordu. Dünya piyasasına, hamilelik sancı ve sıkıntılarını önleyen "harika ilaç" diyerek sunulan ve Türkiye dışında,
Afrika dahil tüm dünyada kolsuz, ayaksız, sakat çocuklar kuşağı yaratan ve yasa boğan Thalidomid üzerinde yapılan bu türden deneylerin yetersiz olduğunu söyleyen, Sağlık Bakanlığındaki dostları sayesinde, ilacın ülkeye girişini engelleyen oydu!.. Türkiye
Süreyya Paşa sayesinde Thalidomide faciasına uğramayan tek uygar ülke olmuştu..
Tarih boyu Asya ve Afrika ülkelerinin yakasını bırakmayan, öğrencilik yıllarında, tıp tarihi derslerinde, "Türkler bu hastalığı akınlarla yaydılar" diye anlatılarak onu çok utandıran sığır vebası hastalığına karşı bulduğu aşı, ilk canlı hücre aşısıydı. Dünyadaki ilk canlı hücre aşısı... Amerika, olağanüstü çalışma şartlarıyla, davet etti. İlk kez yedi virüsü hücrede üreterek aşı haline getirdi. Türk aşısı diye bilinir.
Bütün bu gelişmeler, İsviçre, Almanya, hatta
Suudi Arabistan'ın ülkelerinde bir hastane kurması için Prof. Aygün'ün peşine düşmesine neden olmuştu. Birlikte çalışmak için Almanya'dan gelen asistanı, o günlerde laboratuvarı bile bulunmayan Van Üniversitesi'ne tayin edilirken, bu ülkeler laboratuvarını kurması, doktorlarına kurs vermesi için her türlü olanağı sağlamaya hazırdılar. Ama Süreyya Paşa tezini kendi ülke yetkililerine kabul ettirmeye çalışıyor, belki de tıbbın kaderini değiştirecek araştırmalarını kendi memleketinde yapmak, tıp tarihine ülkesinin adını yazdırmak, onu yetiştiren, okutan, yemeyip yediren ülkesine borcunu ödemek istiyordu.
***
Le Monde'un sorularını yanıtlayıp gönderdik. Süreyya Paşa, Yankı'nın o sayısına kapak olacaktı. Ayrıca söyleşi yaptık. Araştırmanın tek boyutlu olmasını önleme gayesi ve konuya başka açıdan da bakılabilmesini sağlamak amacıyla, Türk tıbbına katkısı tartışılamayacak kadar büyük olan
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi yetkilileriyle konuştuk. Genel kanı, böyle bir tedavinin uygulanamayacağı, hücre kültürüyle sadece kemik iliği nakli yapılabileceği şeklindeydi. Beyne hücre naklini kesinlikle reddettiler. Dergi basılıp piyasaya çıktığı gün, imzalatmak için Prof. Aygün'ün evine gittim. Kim ne derse desin, benim açımdan tarihi bir belge olacaktı. Kapıyı kendisi açtı. Hem mutlu, hem üzgündü. Telefonların ardı arkası kesilmiyordu. Bazıları hastalarını hiç olmazsa bir kez görmesini isterken, tıp otoritesi olarak geçinen bazıları da, böylesine "imkansız" bir umut ışığı yaktığı için onu insanlık dışı davranmakla suçlamaktaydılar.
En ilginci ise, adının açıklanmasını istemeyen ama yönteme yıllar boyu gülüp geçen değerli hocalardan birinin, eşinin çaresiz derdi karşısında onu konsültasyona çağırmasıydı. Dergiyi imzalamasını istedim. Büyük bir saygıyla elimi tuttu... "Aman Paşam" diye mahcubiyetimi belirtmeye çalışırken, "Bu yaşınıza değil, bilime gösterdiğiniz saygı ve verdiğiniz değer için... Keşke sizin gibi bir kızım olsaydı.." diyerek sözümü kesti.
Ortada bir gerçek vardı ve biz bunu açığa çıkarmak için payımıza düşeni yapmaya çalışmıştık. Ama yazının olumlu ve olumsuz yankılarının sonu gelmiyordu. Kimi büyük bir görev yaptığımızı söylüyor, kimi şarlatanlıkla suçluyordu.
Derken, Hacettepe Üniversitesi mikrobiyoloji laboratuvarını kuran ve yıllarını bu konuya veren rahmetli Prof. Altan Günalp benimle görüşmek istedi. Gittim. Önünde Yankı Dergisi açıktı ve satırların hemen tamamı kırmızı kalemle çizilmişti. Cevap vermek istediğini söyledi. Teybi çalıştırdım. Doğaldı!.. Konu tartışmaya açıktı, cevap verecekti, biz de yayınlayacaktık. Tam üç kez konuşmasını kesip, bandı başa aldırdı, sonra da açıklama yapmaktan vazgeçtiğini söyledi.
Böyle bir açıklamanın konuya ciddiyet kazandıracağı, bir an önce unutulması gereken "hatalı" bir yayının yeniden gündeme gelmesini sağlayacağı kanısındaydı. Hiçbir zaman dillerinden düşürmedikleri, "Tıpta imkansız yoktur, her zaman yüzde bir ihtimal vardır"ı düşünerek, kapının hiç olmazsa aralık kalmasına inandığımı söylemeye çalıştım. Kesinlikle reddetti. Elimde teybim, bunalmış bir durumda kapıdan çıkarken, "Soyadınız (Gogen) da uygun, yazı yazacağınıza resim yapın" diyerek beni uğurladı.
Bugün Süreyya Paşa artık yaşamıyor. Yeni adıyla "Kök Hücre" denilen yöntemi, büyük bir umut kapısı olarak hem iç, hem dış basının baş sayfalarında, dünyanın gündeminde...
Ama ne yazık!.. Biz sahip çıkamadığımız için bir başkasının buluşu olarak bilinecek ve insanlığa dokunacak büyük faydanın şerefi orada kalacak!.. Prof. Aygün, "İlle Türkiye" demişti. Olmadı. Keşke Almanya, ya da Amerika'ya gitseydi.
Böylesine unutulmak çok daha acı...