Gardaş Azerbaycan'a lafı hiç eğip bükmeden, "İsrail ile ne menem bir bağınız var ki, Gazze'de on binlerce çocuk paramparça edildiği hâlde ilişkiniz zerre miskali tavsamadı?" diye sorsanız, alacağınız muhtemel cevapların içinde "Bize ne Gazze'den!" olmaz.
"Araplar bizi sırtımızdan vurdu..." veya "Onlar da topraklarını satmasalardı..." demeyi de sanmam ki akıllarından geçirsinler.
"Gazzeliler Sünni, biz Şii'yiz" hiç demezler. Gerçi böylesi bir "gerekçeyi" aklı başında bir Azerbaycanlı değil, aklından zoru olan bir Azerbaycanlı bile terennüm etmez. Savaşın, katliamın, soykırımın ortasında bu tarz asabiyetleri dillendirenler ancak (ve maalesef) bizim içimizden çıkar.
"İsrail ilişkilerinin tavsamak yerine daha da kuvvetlenmesini" kuvvetle muhtemel "çıkarlarıyla" açıklarlar. Mesela, İsrail lobisi sayesinde, Ermenistan'a karşı ABD'de başımız ağrımıyor derler.
Suudi Arabistan'a, BAE'ye ve Mısır gibi Arap devletlerine Gazze soykırımına nasıl bu denli sessiz kalıyorsunuz diye sorsanız, içlerinden hiçbiri "İktidarımızı bu sessizliğe borçluyuz..." demezler.
Lakin, İsrail Terör Örgütü şefi Netanyahu gıkları çıkarsa koltuklarını koruyamayacakları gerçeğini ilk günden yüzlerine vurmuştu.
***
Malumunuz, Arap devletleri "çıkarlarını" İsrail ile normalleşmekte gördüler. Gazze soykırımına direnenlerle de mesafelerini özenle korudular.
Takdir edersiniz ki çıkar veya menfaat putundan daha büyük put yoktur. Devletler için de bu böyledir, insanlar için de!
Gerekçeler değişse de mahut put değişmez.
Herkes tavrını tavzih eden bir "gerekçe" bulur. Buna
iblis de dahildir. Ki, Allah'ın apaçık emrine rağmen Âdem'in "üstünlüğünü" kabullenmedi. Gerekçesi de şuydu: "Âdem'i topraktan yarattın, beni alevden. Alev topraktan üstündür..."
İblis bile suçu "kaderin" üzerine atmadı. Mesela, "Kader mahkûmuyum" falan demedi.
"Hesap gününde" suçu kendisine atan insanlara karşı şeytanın, "Ben sizi zorlamadım, ben sizi bana uymaya çağırdım, ama siz benim çağrıma uydunuz; beni suçlamayın, kendinizi suçlayın..." diyeceği ayetlerle sabittir.
Allah yolları halk eder, gideceğin yolu icbar etmez, tercih senindir. Yani kader dediğin, tercih ettiğinden ibarettir.
***
Hazır yeri gelmişken ("ilerlemeye" farklı bakıştan maada) şuncağızı belirtmek isterim ki geri kalmışlığı "kaderciliğe" bağlamak doğru değildir.
Bakınız, Alman sosyolog
Weber "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu"
adlı eserinde, Kalvinizm itikadının merkezinde
olan "kadercilik" ve "riyazet" doktrinlerinin
yan yana gelmesiyle birlikte "kapitalist
düzenin" fikri temellerinin atıldığını söylemişti.
Weber'in yorumladığı Kalvinist "kadercilik"
doktrinine göre Tanrı, kimin cennete
kimin cehenneme gideceğini en başından
belirlemişti. Yani insanların bu fani dünyada
işleyebilecekleri hiçbir amel, nihai akıbetlerini
etkileyemezdi. İnsanların akıbetleri çoktan
belli idiyse, en azından akıbetlerinin müspet
olduğuna dair bir "işaret" bularak içlerini
ferahlatmalıydılar. Bundan sebep, Tanrı'nın
kendilerini cennet ehlinden seçtiğine dair bir
çeşit "özgüven" arayışına yönelmişlerdi. Bu
"özgüvenin" kriteri ise "dünyevi başarıydı".
Özetle, "dünyevi başarı" sahibi olmak, cennet ehli olunduğuna dair bir "işaret" hâline gelmişti.
Gelgelelim, bizde "cennet ehli" olmanın işareti "dünyevi başarıyla" ölçülmez.