BAŞKANLIK SİSTEMİ VE EKONOMİK DÖNÜŞÜM (1)
Partilerin aday listelerinin netleştiği ve Türkiye'nin tam anlamıyla seçim sath-ı mailine girdiği bu haftadan itibaren siyasal tartışma zemini, kaçınılmaz olarak 'başkanlık sistemi'ne dair karşılıklı tezler ile bürokratik vesayeti kalıcı olarak ortadan kaldırıp toplumsal meşruiyeti perçinleyecek 'yeni anayasa' konularına odaklanacak. Başkanlık sistemi ile ilgili onca hukuki ve teknik tartışma yapılırken, sistemin ekonomik yönetişim ve kalkınma performansına dair yansımalarının ele alınmaması büyük bir eksiklik olur. Zira Türkiye'nin çok partili demokrasi ve parlamenter rejim tecrübesi boyunca süregiden askeri-bürokratik vesayetin yanında en az onun kadar önemli olan ve günümüzde TÜSİAD çevresi tarafından temsil edilen uluslararası bağlantılı büyük sermaye kesimlerinin seçilmiş siyasiler üzerinde icra ettikleri ekonomik vesayet, ancak yeni bir anayasa eşliğinde başkanlık sistemine geçilmesi ile tamamen tasfiye edilebilir. 'Devlet zengini' TÜSİAD zümrelerinin kendilerini her türlü siyasi ve sosyal sürecin üzerinde, ekonomik sistemin de kalbinde gördükleri çarpık ontolojik algı, ancak bu şekilde onların da 'herkes gibi' kazanmaya ve büyümeye razı olacakları bir eşitlikçi rekabet ortamına evrilebilir.
Küresel rekabet
Parlamenter rejimin tarihinde yüksek oy oranları ile iktidara gelen merkez sağ hareketlerin ülkenin küresel ekonomi ile entegrasyon biçimleri ya da kalkınma stratejileri açısından sistemik dönüşüm yapabilme kapasiteleri sınırlıydı. Kırılgan koalisyon hükümetleri ise içerideki iş çevreleri, uluslararası sermaye odakları içindeki müttefikleri, Batılı devletler ve uluslararası ekonomik kuruluşlardan gelen baskılara karşı savunmasızdılar. Bu yüzden çok partili dönemde ekonomik yönetişim ve kalkınma stratejisindeki değişiklikler, hep krizler sonrasında ve içerideki çıkar gruplarından destek alan dış baskılar sonucunda yapılabildi.
Örneğin kalkınma planlamasına dayalı ithal ikamesine geçiş, 1960 darbesi sonrasında; 24 Ocak kararlarının tanımladığı ekonomik liberalleşme ve ihracata dayalı büyüme rejimine geçiş ise, 12 Eylül darbesi ve IMF anlaşmaları çerçevesinde 'zorlama' biçimde yapıldı. 1990'lı yıllarda dünya 'post-Washington mutabakatı' ile güçlü devlet formlarına giderken Türkiye'de devlete borç vererek 'faaliyet dışı kâr' elde eden büyük sermaye, regülatif devletin oluşturulmasını geciktirdi. Çıkmasına katkıda bulunduğu finansal krizleri maharetle fırsata çevirdi.
2000-2001 krizlerinin ardından Kemal Derviş'in oluşturduğu ekonomik çerçeve, makroekonomik istikrarı sağlamanın yanında büyük sermaye çevrelerinin arzuladığı dış kaynak akışına bağımlı, finans ve hizmet sektörü odaklı bir büyüme modelini yerleştirdi. Yerel sanayi-teknolojik dönüşüm politikaları ve küresel rekabet stratejileri eksik kaldı. AK Parti hükümetleri de siyasi ve ekonomik istikrar adına bu cari ekonomik modeli devam ettirdiler.
Yeni bir kalkınma hikâyesi
Ancak 2008 küresel ekonomik krizi sonrası ortaya çıkan yeni küresel konjonktür yükselen ekonomilerde büyümeyi arttırıcı sanayi, teknoloji ve insan kaynağı yönetimi politikalarını yeniden öne çıkardı. Neoliberal dalgaların tarihin çöplüğüne attığı sanılan 'ekonomik planlama' kavramı, 'akıllı planlama' (smart planning) ya da 'tüketim planlaması' gibi yeni görünümlerle ortaya çıktı. Dünya ekonomisinde sanayileşmiş ve sanayileşen ülkeler arasında kur savaşları, sert ticari rekabet, küresel yönetişim reformu tartışmaları, yeni-korumacılık eğilimleri yoğunlaşırken Türkiye'nin istikrar odaklı büyüme modeliyle devam etmesi mümkün değil. Reel ekonomi temelli yeni bir kalkınma hikayesine ve bu hikayeyi hayata etkin biçimde geçirebilecek akıllı, stratejik ve siyaseten de güçlü bir kamu yönetimine ihtiyaç var. Muhtemelen 7 Haziran sonrasında ekonomi yönetimi kadrolarında da bu yönde bir hücre yenilenmesi yaşanacak.
İşte yapısal dönüşümün tam da bu aşamasında başkanlık sistemine geçişin son derece hayati ve hızlandırıcı bir rol oynaması mümkün. Günümüzde Başbakanlık ve Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı tarafından koordine edilseler de, aralarında herhangi bir hiyerarşik ilişki bulunmayan bakanlıklar ile düzenleyici-bürokratik kuruluşların 'başkanlık' çevresindeki bir yönetişim mimarisine eklemlenmesi, karar alma süreçlerindeki koordinasyon sorunlarını azaltabilir. Bakanların meclis dışından atanmaları, yerel siyasetin rasyonel yapısal dönüşümü yavaşlatıcı müdahalelerini minimize ederek uygulama etkinliğini arttırabilir. Tabii burada en kritik nokta, siyasi ve ekonomik istikrara zarar vermeyecek bir şekilde başkanlık sistemine geçiş sürecini atlatabilmek. Devam edeceğiz.