Son haftalarda Merkez Bankası ve dolar kurundaki yükseliş etrafında kopan fırtına, 10 yıldır veri kabul edilen makroekonomik istikrar sebebiyle unutulmaya yüz tutan ekonomik model tartışmalarını yeniden kamuoyunun gündemine taşıdı. Kısa vadeli dalgalanmaların olumsuz etkileri bir tarafa, bu durumun kendisini bizatihi hayırlı bir gelişme olarak kayda geçirmek lazım. Zira faiz oranları, Merkez Bankasının yaklaşımları, enflasyon ve kur gibi güncel veriler üzerinden yürüyen tartışma biraz daha makro bir düzeye taşınabilirse, ekonomik yönetişim alanında üretim-odaklı yeni bir paradigma arayışı gündeme gelebilir.
Öncelikle şunu vurgulamak gerekiyor:
Dünya üzerinde tüm ülkeler ve bütün zamanlar için geçerli tek ve değişmez bir ekonomik yönetişim paradigması ya da pozitivist formda tek bir 'ekonomik rasyonalite' yok. Küresel ekonomik sistem içindeki konumlarına, dönemsel ihtiyaçlarına, problem alanlarına bağlı olarak kamusal ve özel aktörlerin ağırlıklarının ya da finans, ticaret, sanayi, enerji, teknoloji gibi alanların görece önemlerinin esnek ve dinamik biçimde öncelendiği farklı ulusal mimariler mevcut.
Değişim ihtiyacı
Bu bağlamda devletlerin ekonomik kalkınma süreçlerine ilişkin kurumsal etkinlik ve kapasiteleri genellikle 'dönüştürücü (transformative) kapasite' ve 'düzenleyici (regulative) kapasite' kavramları etrafında inceleniyor. Kapitalizmin tarihi boyunca piyasa aktörleri ve yapıları ile etkileşim halinde ekonomik süreçleri sürüklemeye çalışan kamusal yapılar, kimi zaman düzenleyici; kimi zaman ise dönüştürücü kapasitelerinin etkisi ile ön plana çıktılar. 'Düzenleyici kapasite' daha ziyade oturmuş, sanayileşme süreçlerini tamamlamış ve istikrar içinde ılımlı ekonomik büyümeyi hedefleyen toplumlarda önemsenirken 'dönüştürücü kapasite' geç sanayileşen, hızlı büyüme ihtiyaçları olan ve dünya sistemindeki konumundan rahatsız olan toplumlarda vurgulandı. Her iki alanda güçlü kapasite geliştiren ve özel sektör/sivil toplum bağlantılarını doğru oluşturan devletler sürdürülebilir büyüme ivmesi yakalayıp rakiplerinden pozitif şekilde ayrıştılar.
2000-2001 ikiz krizlerinin doğurduğu toplumsal travmanın ardından iktidarı devralan AK Parti hükümetleri Türkiye'de devlet mekanizmasının 'düzenleyici kapasitesini' arttırma adına çok önemli adımlar attılar. Merkez Bankası bağımsızlığının kurumsallaşması, SPK, BDDK, TMSF gibi finansal ve makroekonomik istikrarın emniyet sübabı kurumların desteklenmesi, bu kurumların politika etkinliklerini ve itibarlarını arttırdı.
Küresel likidite bolluğu sürerken ülkedeki tasarruf açığının etkilerini azaltmak adına yabancı yatırımlar özendirildi; ancak sermaye akışları daha ziyade emlak/gayrimenkul, finans, turizm ve hizmet sektörüne yöneldi. Geçtiğimiz 10 yılda kristalize olan ve makroekonomik istikrar odaklı yönetişim paradigmasının bütünleşik bir sanayi-teknoloji politikası etrafında yeni bir paradigmaya evrilmesi artık kaçınılmaz görünüyor.
Sürdürülebilir büyüme patikasına geri dönüş, kamusal aktörlerin yüksek 'dönüştürücü kapasite' göstermeleri ve kamu-özel sektör sinerjisi üretebilmelerine bağlı. Finansman, insan kaynağı, yükseköğretim açılımları, teknoloji transferi, küresel rekabet ve kümelenme stratejileri, markalaşma altyapısı ile bütünleşik bir sanayi-teknoloji politikası, üretim eksenli yeni ekonomik yönetişim paradigmasını taşıyabilir. Yapısal dönüşüm reform programının hızla uygulamaya konulması ve 7 Haziran seçimleri sonrası ekonomi yönetimi kurgulanırken stratejik davranılması, bu paradigmatik değişimi başlatacaktır.