7 Şubat "neo-vesayet darbesi" meclisin devreye girmesiyle akamete uğrayarak bir sabotaj düzeyinde kalmıştı. Sabotaj sonrası bu köşede 7 Şubat'ı değerlendirirken şöyle yazmıştım: "7 Şubat'ı geçmiş darbe ve girişimlerinden ayıran en önemli özelliği ise açtığı görünmeyen yaranın görünenden daha ciddi olma potansiyelidir." Geçtiğimiz iki yıl boyunca yaşananları gözlerimizin önüne getirince, bu öngörümüzde, haklı çıktığımızı üzülerek söylememiz gerekiyor. 7 Şubat'ın sebep olduğu "görünmeyen yaranın" 2012 başından beri ciddi anlamda enfeksiyon kaptığını basiret sahibi herkes adım adım izledi. 7 Şubat'ta hedefte olmasına rağmen AK Parti'nin verdiği tepkinin oldukça olgun olduğunu da söylememiz gerekiyor. Erdoğan adeta "kan kusup kızılcık şerbeti içtiğini" söylemekten ileri gitmedi.
Muhtemelen bu kamil tavır, muhatapları tarafından oldukça yanlış bir şekilde okundu. Mezkur okuma büyük ölçüde neo-vesayet dünyasının muhalefet dilinin koordinatlarını belirledi.
Açıktan kendisiyle yüzleşilemeyeceği kehanetine fazlasıyla kapılan bu akıl, Gülen grubunun da siyasi diskurunu büyük ölçüde şekillendirdi. Bu durum Çarlık Rusyası'nda Yahudi bir anne oğlunu 1877 Osmanlı-Rus Savaşı için cepheye yollarken yaptığı nasihatlere benziyor. Anne, oğluna şu öğütte bulunmuş: "Canım oğlum, sakın kendini fazla yorma. Cephede bir Türk öldür, dinlen... Bir Türk öldür, soluklan... Gücünü toplayınca bir Türk daha öldür, yine dinlen."
Oğlu, "Ama anne, ya ben dinlenirken bir Türk beni öldürürse?" karşılığını verince dehşete düşen anne, "Aman Allah'ım... Türk'ün seninle ne alıp veremediği var ki?" deyivermiş. 'Biz ne yaptık ki?' suali etrafında oluşan muhalefet dilinin kabaca üç dinamiği bulunuyor.
Biz ne yaptık ki?
Birincisi 'seçilmişlik' tadındaki bir dünyadan kendisine dair yapılan bütün eleştirileri jenerik tanımlamaları, yanlışlanamaz genel doğruları tekrarlayan savunma dilidir. Bu elbette muhatapları tarafından vahim bir ciddiyet sorunu şeklinde okunmaktadır. Mezkur pozisyonda ısrar, 'Biz ne yaptık ki?' tavrının zekaya ve basirete hakaret eden kaldırılamaz bir düzey haline dönüşmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla konuşulamaz ve müzakere edilemez bir yapı ortaya çıkmaktadır. Bu kurtulmuşluk illüzyonuna oldukça güçlü teolojik kodlarla ve mistik senetlerle sağlanan 'sigorta poliçesini' de denkleme dahil edince, geriye tartışacak fazlaca bir şey de kalmamaktadır. İkinci dinamik ise Grubun üyesi olmamakla beraber kurumlarıyla ilişki içerisinde olan entelektüellerdir.
Bu isimlerin bilinen özelliklerinin başında 'siyasal İslam'a dair kendilerine biçtikleri gassal rolü bulunmaktadır. Önündeki meyyite bakarak kıyametin koptuğunu ve bütün insanların öldüğünü düşünen bu entelektüel gassalların en temel sorunu ise iyi kötü bir şeye inandıklarına şahitlik edemeyişimiz. Ana karargahı ve lideri başka bir ülkede olan bir grubun tam da ortasında olduğu bir krizi ıskalayıp 'yurt dışından kaynak gelme ihtimali' üzerinden iktidar partisine kefen giydirmeye kalkan mı dersiniz; Suriyeli çocukların kanlarında mevta olmuş, AK Parti'yi varoluşsal olarak Amerika'ya ciro eden bir 'İslamcının', Amerika'da yaşayan Gülen'in yönetmeye çalıştığı son kriz üzerinden 'siyasala en büyük zulüm olarak' kayda geçen 'İslamcılar-devlet' analizleri mi dersiniz... Ya da çözüm süreci başladığında oldukça küstahça 'elinizdeki en iyi malzeme bu mu?' diye tiye aldığı Öcalan'ın örgütünü ve partisini yaşanan son süreçte AK Parti'ye karşı pespaye bir şekilde tahrik etmeye çalışanlar mı dersiniz...
Üçüncü dinamik ise grubun içerisindeki isimlerden oluşmaktadır. Bu isimlerin dillendirdikleri muhalefet diskuru büyük ölçüde derin bir dünya görüşü krizi içerisinde ete kemiğe bürünmektedir. Başı sonu belli bir dünya görüşü dillendirmek yerine muhataplarına ilişki analizi ve istihbarat hafriyatı üzerinden konuşmaya gayret etmekteler. 'Ne olduğuna' dair suale, organizasyonel ve faaliyet cevapları veren grup; kendisinin ne olmadığını ve ne olamayacağını göstererek muhalefet dilini ortaya koymaya çalışmaktadır. Bu özünde doğru ama bir o kadar da eksik bir yaklaşımdır. Nitekim oldukça sıradan ve bir yabancı tadında ele aldıkları İslamcılık, benzer bir 'red ediş' ile başlar.
Ama devamında 'ne olması gerektiği ve ne olmak istediğini' açıkça ortaya koyar. Grubun sözcüleri yerelde 28 Şubat'ta, küresel anlamda ise 11 Eylül'de hedefe konulanlarla arasına mesafe koymaktan mütevellit bir siyasal dünya inşa ediyorlar. Diğer bir sıkıntı ise İslamcılığı, Sykes-Picot dünyasının icat ettiği coğrafyadan kodlayarak büyük ölçüde 'yabancı' bir unsur olduğunu zanneden derin siyasi ve entelektüel travmadır.
Bu dünyanın içerisinde doğruların olduğu da batıda ciddi bir müşteri bulduğu da muhakkak.
Burada siyasal İslam'dan ne anladıkları konusu ise başlı başına bir sorun alanına işaret ediyor. İslami referanslar dünyasında var olduğu farz edilen bir grubun, farklı İslami akımlarla ilgili tutturduğu rasyonel dil, onları anlamak yerine onlardan olmamanın sağlayacağı siyasi sinyal haritasına yatırım yapıyor olmanın maliyeti açıkça görülmektedir.
Ezcümle her üç dinamiğin beslediği neovesayet muhalefet dilinin tutarlı bir siyasi diskur ortaya çıkarması mümkün görünmüyor. Jenerik doğruları ve temennileri tekrarlayarak 'şikayet dilinden' ibaret bir muhalefet dili görmeye devam edeceğiz.