Bir soruyla başlayalım: 27 Mayıs 1960 darbesinin üzerinden belirli bir süre geçtikten sonra sorumlulara hesap sorulmuş olsaydı, Türkiye, 12 Eylül 1980'de yeni bir darbe yaşar mıydı?
Bu soruya kesin bir cevap vermek oldukça zor. Ancak 12 Eylül cuntasının, seleflerinin yargılandığını göz önünde bulundurup darbe yapmak konusunda mütereddit kalacağı tahmin edilebilir. Bundan daha açık olan gerçek ise demokrasisi askıya alınan, milyonlarca insanı mağdur edilen, siyasetçileri yargılanan ve başbakanı asılan bir ülkenin uzunca yıllar boyunca darbecilerle hesaplaşmaya istekli davranmamasıdır.
Darbeciler, demokrasiye geçişin ardından bile yıllarca saygın konumlarını korudular; görünür ve görünmez "dokunulmazlık" kılıflarının arkasına saklandılar. Dahası, 12 Eylül öncesinin şiddet olayları gerekçe gösterilerek adeta darbe meşrulaştırıldı. Bu durum, bir bakıma, "rejimin tehdit altında" bulunduğunu düşünen silahlı kuvvetlerin daimi bir teyakkuz durumunda kalmasına yol açtı. Söz konusu anlayışın değişmesi için Türkiye'de demokratikleşme ve sivilleşme yönünde ciddi ve kararlı adımların atılmasını beklemek zorunda kalındı. Bu bağlamda, askeri vesayetin etkilerinin sonlandırılmasına yönelik son dönemdeki girişimler, "barajın kapaklarının açılması"na benzer bir etki doğurdu. Demokratikleşme süreci, yalnızca bugüne ve geleceğe yönelik düzenlemeler yapmakla sınırlı kalmadı; geçmişe yönelik bir yüzleşmeyi ve muhasebeyi de beraberinde getirdi.
Komisyon raporunun yansımaları
Türkiye'de son dönemde yaşanan normalleşme ve demokrasinin konsolidasyonu süreci, en önemli etkilerinden birini 12 Eylül ve 28 Şubat darbecileriyle hesaplaşma açısından gösterdi. Bu amaçla, başlatılan yargı süreci sürüyor. Ancak TBMM bünyesinde oluşturulan Darbeleri Araştırma Komisyonu çalışmalarını tamamladı ve hazırladığı raporu Meclis Başkanlığına sundu. Her şeyden önce şu noktayı özellikle belirtmek gerekiyor: Meclis, öncelikle kendisini ve temsil ettiği iradeyi hedef alan darbelere karşı ilk kez bu kadar açık bir tavır aldı.
Komisyonca hazırlanan rapor, Türkiye'nin, darbelerin etki ve sonuçlarıyla kapsamlı bir hesaplaşmaya girişmesi yönünde tarihi bir fırsat sunuyor. Raporda, darbe sonrası karşılaşılan haksız ve hukuksuz uygulamaların kapsamlı dökümü çıkarılıyor. Daha önce dönemin farklı tanıklarının ve mağdurlarının ağızlarından duyulan gerçekler, TBMM üyelerinin kaleminden resmi bir yüzleşme ve hesaplaşmaya dönüşüyor. Raporda, 12 Eylül ile 28 Şubat süreçleri arasındaki düşünsel akrabalığın altı kalınca çiziliyor. Bu bağlamda, 12 Eylül'de kurulan vesayet sisteminin 28 Şubat'a yol açan başlıca etken olduğu anlaşılıyor.
Raporun bize hatırlattığı en önemli gerçeklerden biri, darbecilerin, bu sürecin hem öncesinde hem de sonrasında asla yalnız kalmamaları. Darbe yapanların, iş dünyasından, medyadan, akademisyenlerden, yargıdan vb. aldıkları düşünsel, hukuksal ve moral destek Türkiye'deki vesayet ağlarının yalnızca askerlerle sınırlı kalmayacak şekilde örüldüğünü gösteriyor. Dolayısıyla gerek 12 Eylül ve 28 Şubat yargılamalarının gerekse Ergenekon ve Balyoz gibi davaların yalnızca askerlerle sınırlandırılmaması gereği ortaya çıkıyor.
Bundan sonraki süreçte, darbeden dolaylı ya da doğrudan çıkar sağlayan, bu nedenle askerleri teşvik edici ve destekleyici roller üstlenen grupların da afişe edilmeleri, hatta yargılanmaları gerekiyor. Örneğin komisyon raporunun ortaya çıkardığı gerçeklerden biri, 12 Eylül'ün lider kadrosunun gayrimenkul zenginliği. Ancak dönemin kudretli generallerinin her birinin normal gelir düzeyleriyle açıklanamayacak bir servete sahip olmaları, darbelerin Türkiye'ye ekonomik maliyeti konusunda yalnızca sınırlı bir fikir veriyor. Resmin tamamına bakıldığında, darbelerin ekonomik etkilerinin yalnızca bazı generallerin zenginleşmeleriyle sınırlandırılamayacağı, ülkeye olumsuz yansımalarının çok daha büyük olduğu kolayca görülebiliyor. Dolayısıyla geçmişteki darbeler ve darbe girişimleriyle hesaplaşma, demokratikleşmeye yönelik reformların parçası olmasının yanında tarihsel bir sorumluluk olarak da kabul edilebilir.
Öte yandan 12 Eylül ve 28 Şubat hesaplaşmaları, Türkiye demokrasisinin içinde bulunduğu duruma ilişkin umutlarımızı tazeleyen bir yüze de sahip. Siyaset kurumu, bir anlamda, artık kendi üzerinde bir vasi istemediğini, siyasal hataların hesabının yalnızca sandıkta sorulabileceğini ifade etmiş oluyor. Demokratikleşme açısından atılan hiçbir adım geç değildir. Darbelerin sorgulanması, sorumluların ise yargılanması çabaları, bundan sonraki dönemlerde, karar alma süreçlerinde belirleyici tek gücün siyaset kurumu olacağına işaret ediyor. Bunun yolu da demokrasinin toplumun her kesimi tarafından içselleştirilmesi ve demokratikleşme yönündeki reformların hız kesmeden devam etmesinden geçiyor.