Eminönü'nü severim, ona diasporam demişliğim vardır. Sultan Hamam'da kumaş seyretmişliğim, Mercan'da Büyük Valide Han'ının çatısına çıkıp deniz deryayı temaşa etmişliğim...
Tahtakale bana yüzyıllık bir yalnızlık macerası gibi gelir.
Yukarıda Süleymaniye, Haliç'e bıçakçılar, şekerciler ve kantarcılarla akar. Bir de bekar odaları, amelelerin başka lisanlarda dünyaları...
***
Bendeniz Üsküdar'dan Eminönü'ne vapurla geçme taraftarıyım. Marmaray daha hızlı olmasına rağmen kısa bir deniz yolculuğu sadra şifa bünyeye. Ha tabii vapur önce Karaköy'e uğrayınca şaşıranlara, "Hayır Eminönü bir sonraki durak!" demenin müthiş ve de açıklanamaz gururu. İstanbulluyuz boru mu?
Bir de artık oturmuş bir geleneğin, sokak müzisyenlerinin resitali kaçmaz vapur sefasında.
Geçen gün ney ve klasik gitar. Sarı Gelin türküsü caz kıvamında. Cama vuran dalgalar gibi yıkadı, arındırdı hüznümüzü.
İskeleye basarken kendi hâlinde akan zamanın köpüğü sindi üstüme. Limana vuran ve bizim utancımız olan çer çöpe bakmadım bile. İki örtülü kız ellerinde simit, banka oturmuş, başlarını eğmiş, denize düştü düşeceklerdi. Birinin çam yeşili eşarbı gözümü çeldi. Dışarısı soğuk. Kaldırımda insanlar aceleci. Bir iki avare tip var ama onlar da belli ki birilerini beklemekte.
Beklemek ölmektir biraz fikrimce. Ya gelmezse! Baktım vişne çürüğü yağmurluğuyla orta yaşlı dinç bir adam telaşla etrafına bakınmakta. Belli ki saat geçmiş beklenen gelmemiş. Nereden aklıma geldiyse, dolandırıcılar da böyledir. Sizden aldığı parayı vermek üzere kesin bir dille randevu verir, bir türlü gelmezler. Çünkü çoktan başka bir safın ensesinde...
İnsan kılığında tilkiler vardır caddede. Arap turistlere sahte marka koku satan elemanlar en masumları mesela. İşi bitene kadar nasıl da tatlı dilli. Sonra koşar adım, yallah...
***
Kış günü bir sürü ülkeden bir sürü yabancı Mısır Çarşısının önünde. Yan tarafta şarküteri şenliği. En üzüldüğüm balıkçılar, lakerdacılar gitti kiralar yükselince. Bir çiroz yaparlardı, bir balık yumurtası tarama. Onların yerine dandik lokum tezgâhları açıldı son vakitlerde. Baharatçılar komşu oldular kahvecilere, Melodi Çikolatasının şeker ilavesiz olanları altın kıymetinde diyabetlilere.
Sağda, Hamdi Restoranın (imparator diyorlar ona) tarihi binalara yayılan emperyalizminin kıyısında küçük tezgahlarında direnen iki nurlu ihtiyar. Biri eski balıkçı ve Beyoğlu sinemalarının müptelası. Bir selamlaşma adam olana. Şimdi tıklatmaktalar akik tespihlerini, ak sakallarındaki irfanla.
Sonra en sonda meydanın ilk kahvecisi. Roman tezgahtar. Kimse bilmezken onu, biz şehir gezginleri inip kar kış kıyamet kahve içerdik oralarda. Her taraf zerdeçal, tarçın, her taraf limon melisa. Zaman da harbiden bir tay be usta. Şimdi uslanmaz çığırtkanlar hep boydan boya. Arkada han içinde Köfteci Yaşar. Eski düzen cızbız ve soğanlı piyaz ve çuvalcılar, Rüstem Paşa Camiinin arka duvarlarında. Bir zaman makinesi hissi, organik bir plato sanki...
***
Gidip tanıdık bir kafeye oturuyorum, babadan kalma bir yer onlarınki. Harbi Fındıkzâdeli bir sülale. Bütün işleri gören demirbaş karakter ise bin yıl önceden tanıdığım garson; Âdem. Şirinlik muskası bir yaşam formu. Evlendi iki çocuğu oldu, bir ev aldı kendine borç harç. Karısıyla mutlu mesut bir hayat. Beni her gördüğünde "Neler gördük biz be abi" diyor. Gözlerinin çayırı kıvılcımlı. "Hiç sorma" diyorum. "Allah'a şükür ama bak zıpkın gibiyiz gene maşallah."
Birbirimizi koltuklayıp morallendiriyoruz aslında. Sonra Doğu illerinden geldiği çiçek bozuğu yüzünden ve sert tavırlarından belli olan biri giriyor gözlem alanıma. Siyah özenli sakalı ve de kötü alınmış kaşlarıyla. Şehirli olmayı kaş aldırmak sanan Anadolu kaplanları, diye geçiriyorum aklımdan.
Âdem bana kiraz kostümü giymiş minik kızının fotoğrafını gösterince, apansız bir sızı kulunçlarımda. Sanki bir dron kalkıyor da omzumdan, uçuyor en tepeye, ta güvercinlere.
Kalbimde bir pancar motorun (bas gitar mı desem?) patpatları, Eminönü denen ana kucağında karşı karşıyayım hayatın suretleriyle.
Yüz yüze...