Genç hatunlar oturmuş sohbet ediyor. Temiz pak, bikiniyle gezmeyen cinsinden. Öğretmenler sanırsam ya da onları bu mesleğe yakıştırıyorum. Esintili bir kafe orası. Meydana bakıyor, kafamı kitaptan kaldırdığımda civcivli bir insan akıntısı geçiyor önümden. Bu kaçıncı çay bilmiyorum. Kızın biri diyor ki, "ben her şeyi rabbimden beklerim, insanlardan beklediğim bir şey yok benim!"
Ne büyük laf ama. Her büyük laf gibi de içi boş. Allah rahmetini de celâlini de insanlar eliyle gösteriyor. Kural bu. Evet rabbinden istiyorsun ama insandan geliyor. İnsan insanın Hızır'ıdır denmiş bir kere...
***
İnsandan umudunu kesende tırışkadan bir inanç. Defolu, sahte. Bir tür sis, fenersiz bir deniz. Kaldırıp başımı kızları süzüyorum çaktırmadan. Yaş kemale erince 'kızım' diyorum zaten dostlarımın hanım olanlarına da. Garsonlara ve minibüs şoförlerine abi, kardeş.
İstanbul sokaklarının saygı sözleri bunlar. Abi, abla. Yaş baş meselesi değil. Bir alttan alma, bir yumuşak başlılık olsa olsa. Sokakların adabımuaşeret kuralları. İstanbul'un mülayim argosunda,
Eminönü,
Cerrahpaşa,
Fındıkzâde,
Samatya. Kabalık değil, modern bir ilmihâl mı yoksa?
Kabalık, bir tür kör kütüklük. Mesela sosmedyada tanımadığımız birine "sen" diyerek yönelttiğimiz aşağılayıcı alaydır o. Ya da üç buçuk ezberimizle ömrünü kelimelere vermiş birine had bildirmek. Bilenlere bilgileri için duyulan haset.
Avam, şirret. Sokakta yanlışlıkla dokunduğu birine affedersiniz demek gururuna dokunur onun. Özür dilemenin ve rica etmenin tuhaf karşılandığı bir çağda yaşıyoruz. Karşımızdakine göz hizasında muamele etmek zül geliyor çoğumuza. Ondandır, dikkatinizi çekti mi bilmem, son zamanlarda müteahhitlikten zengin olmuşların kalın enselerinden bir hodbin bakıyor bize.
Bir keresinde
Beyoğlu'nda gayrimüslim mülklerine çökmüş bir tüccar, ilk romanım çıktığında, "Sayfası kaç dolar bunun?" diye sırıtmıştı da elim böğrümde kalmıştı, onu da söylemeliyim müsaadenizle...
Parayı kazananlardaki bu rikkat yoksulluğu biliyorsunuz, mâbetlere girince silinmiyor. Onun için kaçmalı derim o bönlerin önünden. Rikkat nedir diye soran olursa, incelik-zarafet deyip geçerim. Zarafetin kadınsı bir şey olduğunu sananlara diyecek bir şey yok. Onlar kadın veya erkek, bir orman habitatına yakışırlar. Bilgelerin uğramadığı ücralarda, o belgesellerde ceylan parçalarlar kan içinde...
Kabalık, son günlerin en çok gözlemlediğim suçu Yeni Türkiye'nin. Bir davranış sarsaklığı sanki, âni bir felç, gizli öfke. Kafelerde, lokantalarda dikkat edin, servis hizmetlileri geldiğinde suratlar bir karış, tiksintiyle kalkmış kaşlar, pasif bir fırçalama edası, bir mendeburluk hepsinde. Parayı bulanlarda bu ne oldum delisi hâl, bu nobranlık bir flama sanki şimdi şehirde.
***
Kızlar kafalarını birbirlerine doğru eğdiler. Seslerini kıstılar. Belli ki mahrem şeyler konuşuyorlar. İleride cami cemaati tipinde temiz yüzlü, ak sakallı birkaç adam ne söyleyeceklerini tartışıyorlar uzun uzun, ilahiyatçı titizliğiyle. Pizza mı pide mi? Onların berisinde eski bir gazete yöneticisi, karşısında saçı sarı boyalı bir kadın. Sıcakta keten ceketli adamlar. Ellerde telefon, bir iş kovalıyorlar fikrimce. Duruşlarından lakayt bir çalım akıyor. Ben kitaba dönüyorum...
İki garson müşterilere yetişmek için koşturuyor arada. Birinin adı Şükür, birinin adı Barış. Barış çayları dağıtırken bir çay koyuyor masaya. "Daha bitirmedim" diyorum. "Olsun abi bu bizden" diyor. Şükür, kesilmiş limonları getiriyor. Yüzünde tam bir baba gülümsemesi. Üç evlat sahibi.
Barış ve Şükür diye geçiyor aklımdan. Şükür ve Barış...
***
Kızların masasından bir kahkaha yükseliyor. Meydanın güzelliğini bölen metro girişinin önünde yaşlı bir alkolik, "Beyler sizin de sonunuz gelecek!" diye bağırıyor.
Bir Hızır hasreti ta içimizde yanıyor, diye bir alt yazı geçiyor alnımdan.
Bodur ağaçların arasına gizlenen akşamın kızılı, gölgelerini segâh makamında bana uzatıyor...