Bir zamanlar bir büyük bilge, bundan bin yıl evvel, "kıyamet bugündür" demişti. Onun ilhamında kıyamet, beşerin gerçekten iki ayak üstüne kalkması, kıyam etmesi ve hayatın anlamı nedir sorusunun peşine düşerek, tamamlanmış İNSAN vasfına kavuşması demekti...
Beşer dokunduğunun, tattığının, gördüğünün, alıp cebine koyduğunun peşindedir. İnsan öyle mi ya?
***
Dört ayak üstüne çökmüş bir hayattı. Yaşandı, oradan biliyorum...
Bugünden baktığımda babam; "Nerden düştüm bu şişman kadın ve iki çocuğa, ki ben zirvelerin koşucusuydum!" diye hayıflanan bir adamdı. Maaşı aldı mı Beyoğlu'na kaçardı. Biz annemle yalnız kalırdık. Paramız olmaz Bakkal Hüseyin'e borç yığılır yine de allem eder kallem eder yazlık sinemaya giderdik. Annemin torbasında ekmek olurdu. İki de Ankara gazozu. Işıklar sönünce anam çaktırmadan bir parça ekmek ile gazozu elimize tutuşturur, beyaz perdedeki hayâllere dalardık. Kızılderililer, tozlu kovboylar ve Türkan Şoray'ın devrik gözleri...
Yediğimiz ekmek değil de pastaydı sanki. Dondurma diye tutturmayacak kadar hâlden anlardık. Sinemanın önüne sahipsiz kopiller sıralanır, sinemadan çıkan biz şanslı çocuklara pis pis bakar, taş atarlardı. Annemin olmadığı bir gece bizi dağ tepe, ter tepelek kovaladıkları da olmuştu. Onlara göre hanım evlâdı ve düşmandık. Yabancıydık. Şehrin göbeğinden göçmüştük, onlarsa ücra kıraç köylerden. Çok ayıp şeyler oluyordu, duyuyorduk.
Bugün Anadolu İrfanı dediğimiz şeyi ben orada sadece bir-iki çocukta görmüştüm. Biri Aleviydi. Ki onlar da kapalı kutuydu. Tıpkı benim gibi...
Göçmenler yazları Kur'an kursuna gidiyorlardı. Fakat kursa giden çocukların yaptıklarına ettiklerine akıl sır erdiremiyordum. Geylani anneannemden bildiğim asâlet pek yoktu ortalarda. Ama olsun, ben de onlarla arkadaş olmak için o kurslara gitmek istiyordum, ama babam asla ve kat'a diyordu. Yalnızlığım arttıkça artıyordu. En yakın dostum, köpeğim Reks'ti. Dev gibi kızıl ve vakur. Issız yaz öğleleri yan bahçede oturup ona ağlardım, niye böyle bu dünya diye?
Orta okul aynı şeydi. Taşmış tuvaletler ve akran faşizmi. Orta birde tesadüfen yazma yeteneğim keşfedilince daha bir istenmez olmuştum. "İnek işte, kavga bilmez, adam mı bu?" Bir keresinde annem bir özel doğum kliniğinde hasta bakıcı olmuş, kuru pastalar getirmişti eve. Alıp okula götürmüştüm, onlara ikram edersem gözlerine girerim diye. Elimden kutuyu alıp kaçmışlardı, sonra uzaktan kahkahalarla...
***
Lisede mahalleye sosyalizm geldi, Tanzanya Canavarları bir miktar sakinledi. Ahlâksız şeyler son buldu. Röntgenci sapıklar ıslah edildi. Kızlar (bacılarımız) tacizden yırttı. Erken evlilikler desteklendi.
Ardından fakat silahlar çıktı ortaya, kan gövdeyi götürdü. Tanklar girdi mahalleye, bahçeler tarumar oldu, platonik idealler çağın kezzabıyla yıkanınca, dağıldı gitti.
Dört ayak üstünde yıllar yılları takip etti...
***
Şimdi birçok alanda yükselen ve lâkin fikrî alanda tökezleyen ülkeme bakıyorum da...
Kavgalar gürültüler hep aynı. Sosyalistlerin idealleri, yeni ve yerli bir açılım arayışları yüzüstü. Müslüman siyaset maddi anlamda sınıf atlattı ama çağa konuşan bir sosyal felsefe üretemedi. Mezhep asabiyeti toplum katında büyüdü, ırkçı refleksler yayıldı, Kemalist muhafazakârlık katılaştı. Akla kara birbirine karıştı.
Bunları gören söyleyen insanlar hem arada hem de (deli kontenjanından) azınlıkta kaldı...
Tam tersine bilgiye burun kıvırmanın ve yüzeyselliğin itibarı yükseliyor. İnsan kılığında bir şeyler dört ayak üstünde birbirine hırlayıp duruyor...
***
Yıldızlı yaz gecelerinde çantaya atılmış ekmeği tırtıklamanın tadı, annemizin elini tutarak perdedeki hülyalara dalmak şahaneydi. Fakat biliyorsunuz, maalesef büyüdük. O anılar damağımızda bir bal tadı bırakarak (işte bakın!) geçip gidiyor.
Şimdi vaktidir, söylemeliyiz illâ:
İçimizdeki o İNSAN olma hasreti... O büyük mânâ, hâlâ iki ayak üstüne kalkmaya çabalıyor...