İnsan kaybetmeyi hiç sevmiyor. Tabii 'insan' derken henüz iki ayağının üstüne kalkamamış, hayatın ve yaradılışın anlamı üstüne kafa yormamış 'el yordamı insanından' bahsediyorum. İçgüdülerinin esiri 'Çocuk İnsandan...'
***
Bir keresinde henüz mahmur bir tıfılken misket oynamaya takmıştım.
Anamdan küçük bir para koparmış, kendime bir torba rengarenk cam misket almıştım. Önce mahallede oynadım kazandım, torba büyüdü. Sonra başka mahallelere gittim. Tam kaybedip kazanırken Tanzanya Canavarları hücum edip bütün misketlerimi yağmalamışlardı. Eve gelip ağlamıştım anneme, misketlerim geri gelsin diye. Anam kazanmak da var kaybetmek de demişti sadece. Aslında küçük bir kısmının çalındığını, çoğunu kumar hırsıyla benim kaybettiğimi anlamış mıydı ne?
***
Sonra kolum boynuma asılı ilk ergenlik döneminde çıkıkçı kılığındaki hanzonun tekine düşüp (Hastane mi dediniz!) her perşembe kemiklerim yeniden kırılırken ağzımda cam kırıkları... Kolumu geri versin diye ne çok yakarmıştım yaradana, tıpkı kaybolan misketlerim gibi.
Ardı sıra gelen yıllarda birkaç kere dibe vurdum. Bir defasında kafamda sanat çiftliği hülyaları,
Ege'de bir kamping kurup tabanlarım yarılana kadar (meğer gerçekmiş bu deyim) çalışıp kazandığım paralar hesap bilmezliğim yüzünden aparılınca... Bir başka seferinde yine sivilceli bir kafa, sevdiğimi sandığım başkaları bütün varıma yoğuma el koyunca...
Kendi yanlışlarımızla oturup hesaplaşmak çok zor bu hayatta...
Damdan düşmenin kitabını yazdım desem abartı değil. Belki de bilmiyorum, son romanıma eşlik eden
Nasreddin Hoca oradan pek tanıdık gelir bana. Anlatmak istediğim "Kaybetme Korkusu" aslında.
İnsan ne zaman kaybetse hep başkalarını suçlar, bazıları bunu gider kapitalizme bağlar. Her şeyin suçlusu odur. Misal, bütün boşanmalarda bir taraf suçlanır, evliliğin iki kişi arasında geçen bir macera olduğu unutulur, yok sayılır.
Yani şahsımız her zaman pirüpaktır da ah o ötekiler, ah yok mu o kötüler!
Kaybetmelerinin nedenini başkalarında aramak insanlar kadar ülkelerin de ruh hâlidir. Kimse kendini şöyle bir gözden geçirmez de daima mâzaret arar. Bir zamanlar ülkenin geri kalmasında sosyalistlerdi suçlu, sonra
Müslümanlar. Şimdi ise başka numaralar var...
Mesela
İsrail faşizmi İran'da bir
Filistin liderini öldürüyor, suçlu İran. Bunu söyleyen de İslamcı arkadaşlar, işte bu enteresan. Vakti zamanında derin karanlıklar Danıştay hakimlerine saldırıp suçu İslamcılara atmıştı ya!
Nasıl kolpa ama?
Uğur Mumcu'nun cenazesine katılmıştık üç beş kişi, Gladyo'yu eleştireceğiz diye. Bir baktık sürüklemişler bizi İran konsolosluğunun önüne, laiktir laik kalacak şeklinde. Bir anda uyanmıştım da ne yapıyoruz diye, uzaklaşmıştım oradan. Her zaman geçerli akçedir bu numaralar, hep bir günah keçisi bulunur. Yeter ki aman, içimizde olup bitenlere bakmasın kimse...
***
Bir de son zamanda müthiş şair Sezai Karakoç hakkında yazılan kitaplar var, ah öyleydi vah böyleydi diyerekten.
İyi güzel de muhterem, ne dedi büyük usta, Suriye meselesinin en başında:
"İşte bu size kurulmuş bir tuzaktır. Çözümün sadece silah ve kılıç olduğu doğru değildir. Daima ondan daha güçlü olan bir çözüm vardır ve o çözüm fikirdir. Kılıç dahi fikrin emrindedir. Aksi halde zarar verir.
Bugün bilhassa Türkiye ile İran'ı çarpıştırmak istiyorlar ve ben bakıyorum ki, bunu önlemesi gereken kalemler tam tersine, en basit bir bahanelerle tahrikçi bir şekilde ortaya atılıyorlar!"
Ama hayır gerçeklerle yüzleşmek sıkıntı her zaman insanoğluna. Varsa yoksa: Misketlerimi geri verin diye başlayan o mızmız mızırdanma...
***
"Her mevzuya da çocukluk travmalarınla başlama" diyor içimde bir ses. "Büyüdün, bırak şu duygu sağanağında yıkanmayı!"
Haklı mı ne?
Bana mı söyledi, size mi söyledi bilmiyorum. Ama 'aklı' daha çok öne çıkarmalıyız, onu biliyorum. Duyguya vurgu yapıp durmak yakışmıyor koskoca bünyemize. Kaybettiği misketler için sızlanıp duran o kalbi kırık çocuk da büyümeli artık içimizde...