Hiç buğday tarlasında yattınız mı? Öyle başakların arasına. Topraktan korkmadan bir dost gibi. Karıncalar dolaştı mı ellerinizde. Çayırlara uzanıp otların köklerini emdiniz mi? Bir deve dikenini soyup özünü yediniz mi hiç?
Yaz öğle sıcağında tavukları izlediniz mi, öyle düşünceli, gölgelerde. Ferah bir esinti çıksın diye, "Haydar Haydar," bir İslam felsefesi mesabesinde. Güvercinleriniz oldu mu sizin? Paçalılar, paçasızlar, yüksekten uçanlar, taklacılar. Yumurtadan yeni çıkan yavruları aldınız mı avcunuza? Büyük bir acının ertesinde, kolunuz kırıldığında mesela, serçelere sapan taşı attığınız için mahcup oldunuz mu siz? Kelebekler kondu mu omzunuza?
Yoksa hikâyesiniz, kıvranmayın boşuna.
***
Ayçiçeği tarlasının ortasında ilk sevgilinizi öptünüz mü, başınız döndü mü bulutlarla dans. Paçalarınızdaki çamurları çitileyerek bir ilkbahar,
Beyoğlu'na çıktınız mı,
Çiçek Pasajı'nda cıvalı midyelerden mütevellit kapanıp tuvalete,
Türk Sanat Müziği söylediniz mi bağırarak. Cebinizde abonman bileti, birtakım kuruşlar, sinemanın birinde frigo yiyip...
Sabah ezanında dantel mimari bir caminin serinliğinde sabun kokularıyla diz çöküp, ak tülbentlere sarınmış kadınların ilahilerini dinlediniz mi ha?
Sümbül kokusu, Sümbül Sinan, faraza...
Sonra çıkıp mahalle takımıyla şampiyon oldunuz mu toprak sahada. Kızlar sizi izlemeye geldi mi? O Kızılderili'ye benzeyen kıza deli gibi tutulup evinin önünden bir aşağı bir yukarı, pos bıyıklı babası çıkıp nefes nefese kovalayana dek sizi.
Aşureler gelirken komşudan, paskalya yumurtaları, dört kitabın dördüne hürmet, mahallenin en tarçınlı kızı yanağınızı okşadı diye yüzünüzü yıkamayı reddettiniz mi, söyleyin bana.
Eğer değilse, boşa konuşuyoruz burada...
***
İstanbul böyle bir şehirdi unuttunuz.
Bahçelievler bahçeliydi, asırlık ağaçların altında mesire. Gür gür akardı çeşme, bir çocuk düşüydü dere, mısır tarlalarında saklambaç.
O ağaçları kestik, o pınarı kuruttuk, o dereyi kanalizasyon ettik, öyle kapandık tıkış tıkış terli betonlara. Apartman diyemiyorum, çünkü gördüm o ne demek eski Aksaray'da. Samatya, Fatih, Kasımpaşa'da. Üsküdar, şiirli sırma.
Belki bundan, belki de ondan bilmiyorum, hayatın neşesi kaçınca usturubumuzdan, içimizdeki
hırtapoz çıktı ortaya! Onu kovaladı, bunu iteledi, diğerini çürüttü demir kafeslerde. Özenti, aval, vur kır darbe...
Gözlerde nefret, yüzlerden akardı insan olmayan illet. Öyle bir illet ki, kalpleri kıra kıra ilan edilmemiş bir savaşın utancı tenimizde. Tenimizde o kara leke.
Ne deterjanlar harcadık da çıkmadı, çıkmaz, insan kendinle yüzleşmedikçe. Yüzleşmedikçe insan kendinle, diz çöküp af dilemedikçe, özür dilemedikçe bitmez travma. Bu öfke patlamaları, bu linç, bu homur homur kabarma. Bu kibirden şişmiş hırtapoz gitmez bir yere.
O kahrolası anksiyete...
Bu ülkeyi teklifsiz sevmedikçe, uzatmadıkça insana ağaca kuşa papatyaya el, kurtuluş yok bize. Bir toplumsal sözleşme, bir anayasa kapsamadıkça hepimizi... Özgürlük, kolektif ahlâkın sınırlarına çekilmedikçe çare yok, hırtapozluk bırakmayacak bizi. Çocuklarımızda depresyon, kimlik kaymaları. Çare yok birbirimizi dinlemeden, bir sosyal tevhid, bir orta nokta bulmadan, şehirleri dağları tepeleri denizi, bedenlerimizi bir emanet olarak görmeden, kendimizle barışmadan ve birbirini kollayanlar cemiyetini inşa etmeden çürürüz biz AVM'lerde.
Çürürüz, ağlayanımız yok...
Ardımızda bin yıllık medeniyet. Padişahlarla, cumhuriyetle akan bir kültür. İyisiyle kötüsüyle, hatalar ve sevaplar.
Hepsi birden. Hepsi... Artık anlamayız, bunların hepsi bizden. Fuzuli'yle Leyla'da, Ahmet Arif'le meydanlarda, Necip Fazıl kolumuzda, tıkır tıkır kaldırımlarda. Niyazi Mısri protestomuzdur bizim, Şeyh Bedrettin "Lâ Kapital"i yazmıştır. Akşemseddin, vatan ve âlim. Abdal Musa yalınkılıç bir derviş.
Ve kızıl bayrağın ay yıldızındaki niş.
Hayda bre, hırtapozluktan âzâde.
Laf aramızda o görgüsüzlük, o dışarlıklı hınç dar geliyordu zaten bünyemize...