Bir zamanlar Beyoğlu'nda "Artistler Kahvesi" vardı bayım. Daha sonra kahvenin sahibi ile Arif Keskiner Sıraselviler'de artistler barını açtılar. Sinema Sevenler Derneği adı altında. Neyse mevzumuz o değil...
Biz sinema hastası arka mahalle çocuklarının arasında bir efsane gibi dolaşırdı Artistler Kahvesi. "Abi Tarık Akan bile orada," derlerdi. Biz de "Yapma ya!" derdik. Beyazperde yıldızlarının bulunduğu mekân gözümüzde daha da büyürdü.
Biraz boylanıp cesaretimizi topladığımızda o kahveyi arayıp bulduk. Bildiğiniz yeşil çuha örtülü, loş bir yer! İçerde jönler, yardımcı karakterler filan oturmuş parasına okey, pişpirik şu bu oynuyorlar. Arada ıskatalar havada uçuşuyor falan. "Vay be," demiştik "bunlar bizim mahalledekiler gibi..."
Biraz ilerideki figüranlar kahvehanesine ise uzaktan bakmıştık. İçerisi sefildi. Sandalyelerde gözlerini uzak noktalara dikmiş, pörsük ceketli adamcıklar, yaşlı hanımlar. Nedense camlarda bir karış toz...
Ama mevzu bu da değil bayım...
***
Beni geçmişte en çok çarpan Guy Debord'un "Gösteri Toplumu" kitabıdır. Kapitalist sistem insanı kendisine öyle bir yabancılaşmıştır ki her şey sahtedir, bu gösteriden kurtulmanın imkânı yoktur. Herkes bir tiyatronun, bir merasimin parçasıdır. Solcusu da sağcısı da. Anarşisti, sosyalisti, ırkçısı, muhafazakârı, moderni... Alayı da...
Neo Marksist Louis Althusser gösteri toplumunun ya da ideolojik yalanın küresel çapta kabulünü, "Bilim Adamlarının Kendiliğinden Felsefesi"nde ve "Devletin İdeolojik Aygıtları"nda açıklamıştı. Bilim adamlarının tarafsızlığının bir fasarya; medyanın, kültürün özerkliğinin dandirikten bir palavra olduğunu yazmış, finalde sistem içindeki insanın ne yaparsa yapsın gösteriden kurtulamayacağı fikrine vararak tozutmuş, en sevdiği şeyi kurtarmak istemiş, bu nedenle karısını öldürüp gitmiş tımarhaneye yatmıştı.
Fuko (Michel Foucault) da aynı çabanın adamıdır. Akıl hastanelerinin, hapishanelerin üstündeki örtüyü tarihsel olarak kaldırınca altındaki cerahat insanoğlunu hayretlere gark etmiş, Avrupai kapitalizmin sahne arkasını, o kokuşmuş kulisini gözler önüne sermişti...
***
Geldiğimiz dönem gösterinin gezegeni bütünüyle ele geçirmesidir. Küreselleşme bunu dip köşe başardı. Dijitaller her cebe her koyna girdi. Asıl gösteri şimdi...
Bu noktada herkes artisttir artık, oyuncudur. Bir tiktok fenomeni, bir youtube hesabı açan, tweet atan, face'de paylaşım yapan bunun parçasıdır.
Hatta öyle bir an gelmiştir ki sos-medyada tepe yapmış bir konu hakkında ilgisiz kalana şüpheyle yaklaşılır olmuştur. Sıkıysa çıkıp tiradını çekme!
Yukarısı da böyledir aşağısı da. Bir roman yazdınız mesela. Eğer orada burada hakkınızda uygun bir paylaşım yapılmazsa, bir 'story'de bahsedilmezseniz, vay hâlinize...
Gösteriye katılmadığınız an yoksunuz, görünmez adamsınız. Bu işler böyle.
Kısaca kurtuluş yoktur. Bu ahir teknozamanda herkes, hepimiz sakil bir gösterinin parçasıyız. Kimimiz palyaço, kimimiz ekran bağırganı, kimimiz fandır, fanatiktir. Bu işin trolü vardır, racon keseri vardır, Türkçe bileni vardır, bilmeyeni vardır. Koca bir toplum çılgın bir sahnedir.
Elbette sahnede olmanın kuralları kaidesi, kostüm-makyaj, nasıl görüneceğimizin reçetesi de gizli bir el tarafından yazılmıştır. Medrese kafasının dansı farklı, mini etekli cimcimenin performansı farklı olduğu gibi; siyasisi, tribünlere oynayan holigan psikiyatristi filan da mevcuttur. Aktivisti, kedicisi, köpekçisi etrafta gezinir, görürüz. Statükocular statüko basar, çikolatacılar çikolata. Görüntüler, gölgeler arasında gözlerimiz kan çanağı bir oraya bir buraya koşarız. "Lan bunu ben de yaparım" deriz, cep telefonunu alır, mahrem anlarımızı filme çekeriz. Sonra gelsin takipçi sayıları, şunlar bunlar...
***
Bazılarımız figüran sınıfındadır evet, ama çoğumuz artistler kafesindeyiz. Şimdi misal, yüzüme bir eda takınıp bu yazıyı sos-medyaya koymalı, tıklanma sayısına bakmalıyım.
"Saydım insanın 99 yalnızlığı var," diyen Didem Madak'la birlikte itiraf edersek:
Dokunaklı bir durumdayız bayım...