Bundan 800 yıl önce, cahillerin orta çağ falan dediği, bizim İslam Rönesansı dediğimiz 13. Yüzyıl zamanlarında Anadolu'ya, Yesevi dervişleriyle aynı zamanlarda Endülüs'ten gelen bir adam konuşmuş, tam 124 bin Tanrı elçisinden, resulden, nebiden, velîden bize akan derin hakikati, bütün dinlerin özünü, peygamberlerin peygamberini, Vahdet-i Vücud denilen yüksek kafayı, herkese açık edilmemiş gizli bilgiyi meraklısına bütün gerçeğiyle faş etmiş, sonra çekip gitmişti.
Talebeleri onu bilinmez bir yere gömdüler ve mezarını düzlediler!
Zira kabrini açıp kemiklerini yakmak için ham sofu fetvalar verilmiş, çoktan zındık ilan edilmişti. Adı Muhyiddin İbnü'I Arabi'ydi. Lâkabı Şeyhlerin Şeyhi'ydi. Ya da her ortamda anlaşılsın diye konuşursak, Bilgeler Bilgesi.. Aynı yıllarda Horasan'dan ve Erdebil'den Pir Ahmet Yesevi rüzgârları esti. Çoktan küllenmiş eski kitaplarda Anadolu İrfanı denen şey üç bereketli rüzgarla bu topraklarda filiz verdi.
İslam'ın ve de tasavvufun altın çağı denen 8-13. Asırlar arasında zaten Cezeri tahta, iplik ve de makaralarla ilk robotu yapmıştı. Caferi Sadık'ın öğrencisi Cabir Bin Hayyan gibi dehalar, Biruni, Kindi, İbn Sina ve Farabi gibi filozof bilgeler, cebri, genetik fikrini, optik kanunları ve merceği bulmuşlardı.
Geometri, sıfır sayısı, bugünün bilgisayar yazılımının kökü bilinmişti. Astronomi, selefi kafalar meleklerin bacaklarını röntgenliyorlar diyene kadar keşiflerde uçmuş, mikrobu bilen bilim eserleriyle tıp ilerlemiş, kâğıt keşfedilmiş, el yazması kitaplar şahane bir sanat eseri olarak hatla tezhiple minyatürle gravürle bezenmiş, 13. Yüzyıl'a böyle gelinmişti.
***
O sırada Avrupa'da, bitki ilmine sahip şifa ehli kadınlar cadı diye meydanlarda yakılıyor, halk alkışlıyor, Haçlı seferinden bir sürü yenilikle dönen ve karşılaştıkları medeniyete hayran olan şövalyeler gizli Müslümandır diye çoluk çocuk topluca katlediliyorlardı...
Ne var ki o yıllarda kuraklık ve veba salgınları yanında Anadolu Selçuklu Devleti dev bir saldırı altındaydı. Yağmacı bir askeri güç bütün vahşetiyle vurup duruyor, düzen bozuluyordu...Haçlılar bir yana, Moğol istilası aman vermez çekirge sürüleri gibi bu mümbit araziye akmaktaydı. Kıtlık isyanlarının tahribatıyla dağılma sürecindeki milleti toplayan ve irfanı, o olağanüstü felsefeyi yayarak birlik şuurunu, umudu yenileyen hepsi tasavvuf yolundaki Anadolu Bilgeleri olmasaydı durum gerçekten fecaatti.
O yaralı vakitlerin bilgeleri Hacı Bektaş, Ahi Evran, Nasreddin Hoca, Hacı Bayram, Mevlânâ, Şems ve Yunus Emre, Anadolu insanını aşk diniyle birbirine yapıştırdı...
Yaşadıkları sancılı dönem itibarı ile özellikle bu düşünürlerin, bu erenlerin, o mutasavvıfların fikirleri Türk İslam tarihi ve medeniyeti açısından hakkı yenmez, ciddi görevler icra etti.
İşte bu üstün medeniyetin kollarında büyüyen bilgelik okulları, istila sırasında acıdan yılmış kişilere kalp ilimlerini öğretiyor, şahsiyet, fazilet ve direnme ruhu kazandırmaya çalışıyordu.
Böylece savrulmuş bireyler, sosyal hayata yüksek bir ahlâkla dâhil oldular.
Yağmaların, açlığın ve siyasi kargaşanın bunalıma sürüklediği Anadolu Halkının, adı anılan kılavuz kişiler sayesinde sosyal bir nevroza düşmesi engellendi. İlahi bir yardım gibi ülke sathına yayılan Sufiler sayesinde insanların ruhları aydınlanmış, sıkıntıya sürüklenmiş olanlara insan-ı kâmil olmakla, Nietzsche'nin 500 yıl sonra sezgisel kullanacağı deyimle 'Tamamlanmış İnsan' mertebesine çıkmakla şereflenme, insan olmanın kıymetini bilme şuuru verilmişti...
***
Osmanlı, bu bilincin üstüne geldi...
Gazi-derviş denilen Alperenler, Abdal Musa gibi savaşçılar irfan ehliydiler, sufiydiler. Ahi Evran müridi Şeyh Edebali de öyle....
İslam'ın bir insanlık medeniyeti mertebesine yükselmesi ancak 13. Asır bilgeliğine sarınmasıyla oldu.
O muhteşem asır unutulduğundaysa her şey unutuldu...