Siyasi partiler, yavaş yavaş genel seçimlere hazırlanıyor. Bu bağlamda, özellikle Barış ve Demokrasi Partisi açısından, mitinglerde, Kürtçe halka hitap etme konusu gündeme gelebilir.
KCK davasındaki Kürtçe savunma krizinin bir benzerinin yaşanmaması için, hukuki çerçevenin iyice bilinmesi gerekiyor. Kürtçe propagandaya sınır getirilebilir mi?
Ahmet Türk, Dünya Dili Günü vesilesiyle, DTP grup toplantısında, birkaç cümle Kürtçe konuşmuş, hatta Meclis TV yayını bile kesmişti. Ama savcılık, onun davranışını, "kürsü dokunulmazlığı" kapsamında görerek takipsizlik kararı vermişti.
Demokrasi, sadece yasa çıkararak değil, içtihatla da yerleşir ve pekiştirilir.
O takipsizlik kararı, özgürlük alanını genişleten bir adımdı.
2004'te, anayasanın 90. maddesinde çok önemli bir değişiklik yapılmış ve maddeye şu cümle eklenmişti:
"Temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların, aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda, milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır."
Hâkim ya da savcılar, bu fıkraya dayanarak, kişi hak ve özgürlüklerini uluslararası standartlara göre yorumlayabilir. Ama maalesef, pek çoğu, 90. maddeyi göz ardı ederek hüküm veriyor. Tabii aksi de varit.
Avrupa hukukunu dikkate alan hukukçulardan biri Ömer Faruk Eminağaoğlu... Eminağaoğlu, siyasi partilerin Kürtçe propaganda yapabileceğini söylüyor. Bu konuda, 2005 yılında, Yargıtay 7. Ceza Dairesi'ne gönderdiği tebliğname örneklerini bana da verdi. Seçimlere yaklaşırken, Kürtçe propaganda krizi yaşamamak için, Eminağaoğlu'nun 2005 yılındaki mütalâalarını ve dayandığı gerekçeleri özetleyerek okurlarımla paylaşmak isterim.
***
İşte Eminağaoğlu'nun görüşleri: "Siyasi parti faaliyetinde, Türkçe dışında bir dil kullanılmasının suç sayılması için,
'ulus devlet niteliğini bozmak ve azınlık oluşturmak' kastıyla hareket etmek gerekir. Propaganda yapan bir siyasi parti mensubu, hitap ettiği kitleyle
iletişim kurma mecburiyetindedir.
O kitleye, anladığı veya konuştuğu dilden seslenememek, -Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 10 ve 11'inci maddelerinde teminat altına aldığıifade, toplantı ve örgütlenme özgürlüğüne aykırı düşer. Devletin resmi dilini bilmeyen ya da yeterince bilmeyenlere, partinin söylemlerinin aktarılması gerekir."
Eminağaoğlu, anayasanın 90. maddesini ve uluslararası hukukun üstünlüğünü hatırlattıktan sonra, Lozan Andlaşması'na ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne değiniyor. Diyor ki: "Lozan'da, dil esasına dayanan azınlık kavramı benimsenmemiştir. Sadece, dine dayalı azınlıklardan bahsedilir. Öyleyse Türkçe dışında bir dilin kullanılması suretiyle
'azınlık oluşturulduğu' iddia edilemez. Ayrıca, Lozan Andlaşması'nın 39/4 maddesi,
'Her Türk uyruğuna dil konusunda serbestlik' tanıyor.
'Her Türk uyruğu' denilirken, sadece azınlıklardan söz edilmiyor. Bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına Türkçe dışında kendi dillerini kullanma özgürlüğü veriliyor."
Aslında yargı organları, yasal düzenlemelere gerek kalmadan, özgürlük alanını genişleten yorumlarla, pek çok sorunu çözebilir. Eminağaoğlu örneğini bu yüzden verdim.
Buna mukabil, Osman Kaçmaz gibi, statükodan yana tavır koyan, tabuları savunanlar da var. Kaçmaz,
"Disiplin yönetmeliğine uymayan gençleri sınıftan çıkarmayın" yazısı yüzünden, YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan'ın soruşturulabileceğine hükmetti; Ankara Savcılığı'nın takipsizlik kararını kaldırdı. Bu zihniyete göre, sadece başörtülüler değil, onların okumalarını isteyenler de suçlu!