Adam, toplumda yeri pek güçlü ve tanınmış arkadaşıyla buluşacağı restorandan içeri girer...
Ama erken gelmiştir.
Garsonlar, adamın kılık kıyafetini süzer ve "belirsiz kimliği"nin de etkisiyle pek soğuk davranırlar.
Bir masaya oturtulur ama su bile getirilmez.
Sanki sıkılıp gitmesini bekliyor gibidirler.
Derken arkadaşı kapıda belirir, adamın sırtını şöyle bir sıvazlar ve her şey sihirli bir değnek değmişçesine değişir.
Şef garson koşarak ikisine de menüyü getirir; üstelik bu kadar da değil, adamın kıyafetine övgü düzmeyi de ihmal etmez.
Bu ani değişim tatmin edici midir?
O an için belki...
Fakat "bu durumun hep böyle devam edip gitmeyeceği"ni derinden hisseder adam.
Arkadaşı başka biridir, kendisi başka biri...
Ve bu mekânlarda çalışanların yaklaşımları hiç değişmeyecektir.
***
Anlattığım hikâye Marcel Proust'un "Kayıp Zamanın İzinde" (1922) romanından...***
Bilmiyor muyuz...***
Niye yazdım bunları?
Herkes bir klişenin içine düşmüş:
"Para insanı bozar" deyip duruyoruz.
Oysa parayla bir yere kadar...
Statü endişesi, statü arayışı, statü buldum sarhoşluğu, statü sopası, statü kibri, statü ezikliği...
Asıl bunlar bozuyor insanı...
Meseleyi düşünmeye bir başlangıç olsun diye yazdım...
Hadi bir tarafı hiyerarşik toplum düzeninin ayrılmaz parçası, anladık.
Ama bir tarafında da "sevilme, sevme" eksikliklerimizin de payı var.
***
NOT DEFTERİ
Arkadaşımın dediği gibi, "dünya tuhaf bir yerdir ve zarlar hiç durmadan atılıyor." (TOM ROBBINS / Sıska Bacaklar)