Selahattin Yusuf

08 Ocak 2013, Salı

Kürtler “kardeş” kelimesinden nefret ediyorlarmış!

Bizler zeminimizin kayganlığıyla, ancak ve sadece geleneğin gücü ve yardımıyla baş edebilirdik. Ama onun var olmasına asla izin verilmedi. Türkiye’nin metafizik ortak titreşimi -kurgular ve zevksiz, sıkıcı sunilikler hariç- hiç olmadı.

Kürtlerin Ziya Gökalp'leri, Zeki Velidi Togan'ları, Yusuf Akçura'ları buyurmuşlar. Kürtlerin "kardeş" kelimesinden nefret ettiklerini söylüyorlar. "Kardeş" kelimesi onlar için aşağılayıcı bir anlam ifade ediyormuş artık. Biri bu kelimenin siyasi terminolojiden "jiletle kazınması gerektiğini" söylüyor. Diğeri, bunun bir "manikür-pedikür" terimi olduğunu iddia ediyor ve yine o meslek erbabına geri verilmesi gerektiğini savunuyor. "Manikür" ve "pedikür" kelimelerimiz yaşamaya devam etsin yani; ama "kardeşlik" kelimesi kaldırılsın: "Süper!"

Niçin? Bir kelimenin içi boşalmış olabilir, hakkı verilmemiş olabilir, kötü ve art niyetle kullanılmış da olabilir (ki çok oluyor); ama onu büsbütün öldürmek, kaldırmak, niçin? Düzeltmekle öldürmek arasında büyük fark var. Kelimelerin yanlış kullanımlarının düzeltilmesi gerektiği söylenmişti şimdiye kadar. Bütün dünyada da böyle bu. Ama müstakil olarak "iyi/masum" bir kelimenin tamamen sansürlenmesi ve "öldürülmesi" gerektiği tezine ilk kez şahit oluyorum. İlginç bir "temizlik" anlayışı gibi geliyor bana bu.

Ve benim asıl merak ettiğim şey şu: Acaba sadece bir mücadele taktiği mi bu? Yani mevzi kazanmak için, diyelim, harika bir tarihi eseri -burada çok benzediği için izninizle 'köprüyü' diyeceğim- bombalamak gibi bir şey mi? "Kardeşlik" gibi bir kelimenin "konjonktürel" kullanımdan çekilmek üzere "stratejik" ölümü ne işe yarayacak yani? Düşmana esir düşen zavallı "Kardeşliğin" entelektüel bir casus faaliyeti sonucu, dilinden henüz bir şey kaçırmadan zehirlenmek suretiyle öldürülmesi. Fantastik değil mi?

Hiç değilse öbür savaş taktiklerinden birini kullanabilirdik, onu büsbütün ortadan kaldırmadan önce. Mesela "kardeşlik" kelimesini kadim ve güzel bir şehir gibi düşünebilirdik. İkinci Dünya Savaşı'ndaki Roma'yı düşünün. Hiç değilse "Açık Şehir" ilan edebilirdik yani onu. Madem birileri onu "işgal etti" biz, hakkımız baki diyerek geri çekilebilirdik bu kelimeden. Yeryüzünde bir eşi daha olmadığı için "düşmanın" -bir süreliğine olmasını dilediğimiz- "işgaline" terk ederdik ve geri almak için karşı mücadeleye atılırdık. Ama onun kendisine dokunmazdık. Tekrar söylüyorum, mesele burada: Onun kendisine, yani yeryüzünde bir eşi daha olmayan "kardeşliğin" kendisine dokunmayı aklımızın ucundan geçirmezdik.

Bence mesele şu. Kürtlerin ayrılık talepleri, eğer seküler bir dil kurul(a)mazsa mesnetsizdir. Kadim dil "Birliğe" götürür çünkü. "Kardeşliğe" götürür. Tıpkı Türk ırkçılarının vaktiyle yapmak zorunda kaldıkları gibi, onlar da yeni ve yapay bir dil icat etmek zorundalar. Yeni ve sentetik bir metafizik icat etmek zorundalar. Tarihsiz ve hafızasız bir alan yaratmadan ayrılık nasıl açıklanabilir? Cumhuriyet'in ilk "ayrılış" yılları bu konuda mebzul miktarda hatıra barındırır.

Ama burada asıl büyük zorluk Türkiye'yi yönetenlerin önünde duruyor. Şöyle. Türkiye'yi yönetmeye -yeni bir dünya algısıylagelenler, Kisra'nın sarayına atının üzerinde giren o Arap süvari gibi mızrağı sarayın kıymetli halılarına batıra batıra gelmediler. "Çağdaş sarayın" ırkçı kibrini dağıtmakta ya geç kaldılar; ya da güçleri yetmedi buna. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan başlayarak süregelen büyük çatlağın şimdi biraz daha açılmaması için bir sebep yok. Bazıları, bu arada sevgili arkadaşım Ali Akel de (maalesef) şunu söylüyorlar: "Dindar Kürtler de ayrılık istiyor; dolayısıyla sizin İslami temelde birlik çağrılarınız boş". Pek güzel. Bu eğer temenni edilebilir bir şey idiyse, neden Türk milliyetçi-muhafazakarlığını şimdiye kadar hep birlikte eleştirdik?

Ben Türkiye'nin büyük sorunlarının hep daha büyük sorunlar tarafından önemsizleştirildiğini düşünüyorum; çözümlendiğini değil. Neden? Çünkü Türkiye'nin ortalama bir "İyi insan" telakkisi, tasavvuru yoktur. Bu da şu demek: Doğru dürüst bir aklımız ve yıllandıkça gelişen bir duygumuz, zevkimiz, yaşama kültürümüz yoktur. 1820'lerden beri de hiç olmamış. Hep söylenir, en ufak meseleler bile Fransa'yı hemencecik ikiye bölmeye yeter, diye. İyi de orası Fransa. Oranın Dünya Sistemi skalasında durduğu basamak başka yerde. Biz bambaşka bir yerdeyiz.

Bizler zeminimizin kayganlığıyla, ancak ve sadece geleneğin gücü ve yardımıyla baş edebilirdik. Ama onun var olmasına asla izin verilmedi. Türkiye'nin metafizik ortak titreşimi -kurgular ve zevksiz, sıkıcı sunilikler hariç- hiç olmadı. Ve kıskançlıkla koruyabileceğimiz, gölgesinde sulh olabileceğimiz bir medeniyetimiz yoktur. Bırakınız "kardeşlik" kelimesini; dilimiz bile doğru dürüst yoktur. Bu yüzden, dolaylama gücümüz asgari düzeydedir. Doğrudan konuşanların çokluğu bundandır. Köklerimiz toprağın derinliklerinde değildir; toprağın üstünde ve güneşin altındadır.

SON DAKİKA