Bir arkadaşım anlatmıştı yıllar önce. İstanbul'da, evsizlik günlerinde, arkadaşlarıyla birlikte (ki hepsi de şu anda tanınmış birer yazar çizer) sığındıkları metruk bir evin çatısında olmuş. Bir gün uyanmış arkadaşım. Bakmış ki yağmur yağıyor. Ama bardaktan boşanırcasına. Küçücük üçgen çatı penceresi dere gibi akıyor. Yorganlarının altında kalmış. Akşama kadar. Çünkü yağmur delisi. Yağmur onu durdurabilen tek şey. Uyuşmuş keyiften. Yaz ortasında büyük bir armağan tabii onun için. Öööylece kalakalmış yorganının altında. Ta ki akşamüstü arkadaşlarından biri kan ter içinde odasına girene kadar. "Sıcak" demiş arkadaşı, "cehennem gibi dışarısı!" Arkadaşım şaşırmış tabii. "Şaka mı yapıyorsun" demiş, "görmüyor musun yağmuru?" Arkadaşı daha da şaşırmış; "Ne yağmuru, ortalık kırılıyor sıcaktan, ne saçmalıyorsun?!" Neyse ki mesele anlaşılmış sonra. Arkadaşımın yarım günlük harika yanılgısı, küçücük pencereyi açmalarıyla son bulmuş. Evin çatısındaki bakımsız su deposu delinmiş. Su oradan tahliye borularına, delik deşik tahliye borularından da aşağıya, küçük üçgen pencereye akıyormuş. Arkadaşım İstanbullu. Benim gibi çocukluğu yağmur ormanlarında geçmemiş. Ama yine de tutkun işte yağmura. Ona hiç söylemedim. Ama yaşadığı şey, muhtemelen ev sendromu.
"Ev aramıyoruz; ruhumuzu koyacak yer arıyoruz." Ruhumuzun modern zamanlar ormanında en az zararla, sıyrıkla, yarayla bereyle yola devam edebilmesi için ön saflarda, elinde balta ve orakla didinen, cedelleşen Haşmet Babaoğlu yazdı geçenlerde bunu. Bir arkadaşı ev arıyormuş. Tahmin edilebileceği gibi çok kolay olmuyormuş ev bulmak. Eh, beni kışkırttı bu mesele doğal olarak. Çünkü ben de ev arıyorum bu günlerde. Ararken de düşünüp duruyorum bütün bunları. Diyorum ki kendi kendime: Küçük, üçgen bir çatı penceresi arıyoruz aslında hepimiz. Arkasına saklanabileceğimiz bir küçük üçgen yağmur akıtmalı pencerecik siperi. O kadar. Üzerindeki küçük derenin gerçekten yağmur suyu olmaması neyi değiştirir; yeter ki bizi -yeterince- kandırabilsin. Benim youtube'dan gök gürültüsü dinlediğim (tüylerim diken diken halde) çok olmuştur. Hâlâ mutfakta çalışırım mesela. Ocakta bir şey olsun isterim, ben çalışırken. Rahmetli annemin kuzinesi üstünde oflaya puflaya pişmekte olan yemeklerin, çayların maneviyatıyla dolu o çocukluk mutfağımızı geri getirmek derdinde değilim elbette (keşke bir yolu olsa –neyse); yok değil, o kadar değil, o kadarına ümidim yok tabii (ama keşke bir.. –neyse). O küçük üçgen çatı penceresi yeterdi bana aslında. Şimdi (ARTIK) onun peşindeyiz. O yetiyor şimdi. Yetirebiliyorum yani. Nasıl mı yapıyorum? Ocağın üstünde sürekli fışlayan, kaynayan çaydanlık. O kadar. Onu orada tutuyorum. Mesela romanımı çalışırken, evde yalnızsam, mutlaka mutfakta çalışıyorum. O fokurdayan çaydanlığın yanında. Yakınında. Küçücük mutfak ve rahatsız mutfak sandalyeleri benim için çocukluğuma açılan bir koridora dönüşüyor böylece. Etrafta fırlanıp dönen annemi görebiliyorum göz ucuyla sanki. Onun seslenen tatlı titrek sesi hep oralarda bir yerde oluyor o vakit. Sürekli yemeğe çağırıyor beni. Her seslendiğinde de, ona inat, nefret ettiği şeyi yapıyorum. Sigara yakıyorum.
Hayata "Küçük-Yağmurlu-Üçgen Çatı Penceresi"nden bakan o kadar insan var ki şu hayatta. O kadar insan olmuş ki. Hemen aklıma gelenleri söylemek isterim. Charles Baudelaire. Her hafta taşınıyormuş üstat. O kadar ki, bıkmış ve tükenmiş arkadaşları bir gün sormuşlar: Nerede oturmak istiyorsun gerçekten. Orayı söyle, biz oraya taşıyalım seni ve bu işkence(n) bitsin! Baudelaire, çocukluğunun en derin yerinden -annesinden- koparılmış bir adamdır; cevap vermiş: "Ben" demiş, "nerede değilsem orada rahat ediyorum galiba.."
Bizim vatandaşımız sayılır. Constantin Kavafis. İskenderiye'den çıkmadı hayatı boyunca. İskenderiye'nin artık bir "Hellas iklimi" olmadığı zamanlarda yaşamıştı. "Helen" ve "Aleksandria" arasında artık uzun yüzyıllar duruyordu. Ama o çalıştı, didindi. Şiirleriyle yarattı o eski evi. O dil evini cümle cümle, dize dize kazdı ve ortaya çıkardı. Öyle öldü. Öldüğünde cenazesini İthaki isimli küçük, çarpık ve güpgüzel bir çatı penceresinin önüne koydular, yağmurlu.
Henry James ve T.S. Eliot, karmaşadan başka bir şey olmayan, ve bu yönüyle hayatı fena halde hatırlatan ABD'yi terk ettiler ve eve döndüler: İngiltere'ye. T.S. Eliot, bu evi kendine daha tanıdık kılmak için dinini ve siyasi görüşünü de değiştirdi.
Sezai Karakoç'un büyük şatosunun cümle kapısında "Gün Doğmadan" yazılıdır. Turgut Uyar'ın evi yoktur. Necip Fazıl'ın vardır: "Çile". İsmet Özel, biraz da bütün kapılar onu sokağa kilitlediği için sinirli değil mi bu kadar?
Bu satırların okurları arasında emlakçı var mı bakıyım?:)
07/07/11