Selahattin Yusuf

04 Aralık 2012, Salı

Eruh Merkez Camii-Ağustos, 2012

Kan oluk gibi aktı. Akan kan zaman zaman demeçlere, nutuklara, siyasetlere, stratejilere, taktiklere, hatta ve hatta -insanını çoktan kaybetmiş- trajik bir dilin özel işaretlerine dönüştü. İnsan kanı, korkunç bir dünyevilik adına araçsallaştırılmaya giderek alıştı ve -neredeyse- uysal ve usul, korkak ve boyun eğmiş aktı artık. O daya ara sıra girer, karakol komutanı Kd. Astb. Mehmet Sönmez'le muhabbet ederdik. Bazen geç saatlerde. Karakolda el ayak çekilince. Eve gitmeden önce bizimle muhabbet ederdi. Sanırım evdeki yaşlı annesini görmeden önce hayata dönmek isterdi biraz. İstanbul'dan, hayattan, edebiyattan filan konuşup, hayatı tekrar -belki de belli belirsiz- hatırladıktan sonra görmek isterdi annesini. Bazen bizi evine davet ederdi ve bilirdik. Annesi "bildiğimiz" sivil hayatın içindeydi; bizim o anda "yaşadığımız" hayatın değil. Oğlunu geceleri dağlara yollarken ağlardı. Her defasında cenazesini uğurlar gibi ağlardı. Gecenin bir vakti. Dualarla ve arkasından su dökerek. Bakmak istemezdim. Bizim nöbet kulesinin hemen yanındaydı. Görmek istemezdim. Gecenin bir vakti, bildiğim duyguların hiçbirine benzemeyen bu tuhaf merasime uzun uzadıya katlanamazdım. Düşünür, işin içinden çıkamazdım. Eruh'un ücra köylerine bazen erzak da götürürdük birlikte. "Şafaktan Çok Önce" kitabımda uzun uzun anlattığım o sahneleri, o dünya iyisi insanla birlikte yaşamıştık. Geceleri o dağ yollarında, Land'ın içinde, bizi ani bir ateşte asla korumayacağını bildiğimiz o küçük G-3 fideliğimizin içinde oturur, memleketi "kurtarırdık." Ruhu "sivilde" kalmış, güzel, ilginç bir insandı Mehmet bey. O yüzden de konuşacak çok şeyimiz vardı. Dağlar çoğu zaman çenelerimizi düşürürdü. Harika bir vahşet, hazin bir şaşaa içinde uyuyor olurdu o yalçın tepeler. Hele gün batarken bakmaya kıyamazdınız. Vahşi doğayı tuvallerinde yeniden hayal ederek meditasyon yapan o büyük Tao ressamları -keşke ataları barutu hiç icat etmeselerdi!- Eruh'un dağlarını görselerdi, sanırım fırçalarını bir yana bırakır, kıpırtısız saatlerce bu temaşanın büyüsüyle uyuşur kalırlardı.

Ama Mehmet Sönmez'in karakol odasında hep bir hüzün vardı nedense. Orada dertleşmelerimizin arasında susardık bazen. Çünkü yan odadan hâlâ o sesler gelirdi. O sesleri hayal ederdik daha doğrusu. Birkaç kere girmiştim o odaya. Birkaç metrekarelik küçük oda, seslerin ve "o an"ın da arşivini tutmuştu sanki. O tuhaf masa. Küçük pencere. Dolaplar. Samsunlu muhaberat onbaşı Süleyman'ın kişisel hatıralarını, can verirken o küçücük odayı dolduran telaşı, dehşeti, kanı, bağırtıyı, çığlığı. Hepsini arşivlemiş, tutmuş ve saklamıştı sanki. PKK'nın ilk ateşiyle can vermiş gencecik Süleyman'ın sonsuza kadar duracak trajik kişisel arşiv odasıydı burası. Yatsı ezanı vakti, saat 21:30'da, odanın hemen yanından yükselmiş minarenin şerefesinden ateş etmişlerdi. 15 Ağustos 1984. Kürt Halkı'nın bağımsızlık, özerklik, demokratik... adına ne derseniz deyin, mücadelesinin ilk adımı.

15 Ağustos 1984 gecesi 21:30'da Eruh Merkez Camii minaresinde yatsı ezanı yerine, o uğursuz Rus'un adıyla maruf, yarı-otomatik uzun namlulu silahın sesi duyuldu. Duyuldu ve bir daha da susmadı. Aya şüphe girdi. Kan girdi. Ucu sıkıştırılmış baruta kadar uzanan mekanizmanın tetiğine, binlerce işaret parmağıyla milyonlarca kez emir verildi. Binlerce insan hayatını kaybetti. Kan oluk gibi aktı. Akan kan zaman zaman demeçlere, nutuklara, siyasetlere, stratejilere, taktiklere, hatta ve hatta -insanını çoktan kaybetmiş- trajik bir dilin özel işaretlerine dönüştü. İnsan kanı, korkunç bir dünyevilik adına araçsallaştırılmaya giderek alıştı ve -neredeyse- uysal ve usul, korkak ve boyun eğmiş aktı artık. Kendi kendinin bile sitemi olmuş, hatırlanamayan ve çözülemeyen bir şifre yüzündenmişçesine saçma, acısını rengine vurarak, elinden başka bir şey gelmezmiş gibi kendi kendini koyultarak, akmaya başladı.

Diyarbakır Cezaevi ve ondan daha trajik başka cinayetleri işleyen subaylar! Tuzu kuru Türk ırkçıları! Cihangir'e ayıp olur diye meselenin hep kaburgalarından gıdıklayan "entel servet" avcıları! Zavallı Türk sineması! Zavallı Türk gazetecisi, köşe yazarı, üniversite hocası. Zavallı Türk modernleşmesi. Zavallı pekeke modernleşmesi! Tehlikeli biçimde incinmiş zavallı gurur! Tek çözüm, 15 Ağustos 1984 gecesi kalaşnikofla susturulan o ezanda! Bunu söyleyene, biliyorum, Türk entelijansiyasında kız vermiyorlar. Ama umurumda değil.

Eruh Merkez Camii'nde bir Cuma günü namazdan çıkarken konuşamamıştık cemaatle. Dertleşmek istemiştik, ama olmamıştı. Birbirimizin dilini bilmiyorduk. Ama kapının önünde, kalabalık etrafımı sardığında birbirimize o kadar renkli gülümsemelerle sarılmıştık ki o gün! Dilin ve daha birçok tali yolun altında, derinliklerinde yatan gülümsemelerimiz o kadar tanıdıktı ki, o kadar güzel, o kadar aynı, o kadar yükseklerdeydi ki, başka dile gerek kalmamıştı. Üniformamla eğilip yaşlı bir Kürt'ün ayakkabılarını düzeltmiş, önüne koymuştum. Giyindikten sonra bana doğru gelmiş, başımı göğsüne koymuş ve hiçbir büyük babanın hayal edemeyeceği kadar sıkmıştı. Bu yazının satırları işte o anda gırtlağımda birikmiş, nefesimi tıkamıştı. Şimdi gözlerim nemlenmiş, göğsüm biraz açılmış vaziyette, yazıyorum.

16 - 29 AĞUSTOS 2012

SON DAKİKA