Zaman zaman eski biyografilerde okuruz. "Mükafat" derler. Mesela "Nobel mükafatı", "Pulitzer mükafatı" gibi. Nasıl içi dolu, görkemli ve haşmetli bir kelime, diye geçiririm her defasında içimden. "Ödül" ise "Mükafat"a göre sönük ve modern hızımızın, gelgeç hayatımızın güdük kelimesi gibi gelir bana. Mükafat sanki ödülden daha sahici, daha samimi ve daha tesirliymiş gibi gelir bana. Çocukça değil mi? Neyse, geçelim. Geçen hafta Cumhurbaşkanlığı'nın davetiyesi elime ulaşınca heyecanlandım. İsmini çocukluğumdan beri duyduğum Çankaya Köşkü'nü nihayet yerinde görecektim.
Girişteki titiz aramayı geçip arabayı park ettim ve salona doğru yollandım. Görevliler, polisler, kulaklarıyla bilemediğimiz uzak merkezlere bağlı uzun boylu, ciddi ve şık görevliler arasından ilerledim ve salona girdim. Bir görevli yakasına ilişmiş karafatma büyüklüğünde cihaza bir şey mırıldandı. Biraz ileride, kapıda bekleyen görevli böylece beni tanıdı ve düşman olmadığımı anladı. Uzun bir koridordan geçip arka bahçeye,
asıl mekana çıktım. Köşkün bahçesi, Ankara'nın genel atmosferine hiç uymayan epeyi yoğun bir yeşillik içinde. Harika değilse bile güzel bir atmosferi var. Yollar ve etraf çok titiz bir temizlik çetesi tarafından "temizlenmişti." Hala da temizlenmekteydi. Ana kabul salonuna girdiğimde ise, ne yalan söyleyeyim, hatırı sayılır bir görkemle karşılaşmadım. Eğer ismine basitçe "Cumhurbaşkanlığı Köşkü" dersek, tamam; ama eğer zihnimizden "Reis-i Cumhur Sarayı" veya "Anadolu'daki varlığının kökleri sekiz yüz yıl kadar geriye götürülebilen büyük bir uygarlığın son devletinin sarayı" filan gibi şeyler geçiyorsa, oldukça sönük ve mütevazı. Nerede rüküş Dolmabahçe Sarayı'nın (bile) uyumu ve görkemi; nerede "Çankaya" binası. Düşündüm de, devletin merkezinin Ankara'da olmasında bunca ısrar eden, Ankara'ya bunca anlam yükleyen Mustafa Kemal'in, vefat etmek için burayı değil de Dolmabahçe Sarayı'nı seçmesi oldukça anlaşılır bir şey. Burada insan yaşamak ister; ama ölmek ister mi? Emin değilim. Bence istemez. İnsan, ruhunu sıcak bir yerde, sıcak bir fikre, ideale, geleneğe teslim etmek ister sanki.
Binaya gelince. Birkaç izlenimim, kafama takılan şeyler var. Mesela bu kadar büyük bir salonun tavanı neden daha yüksek olmasın? Alçak tavan, nerede olursa olsun, insanın ruhunu ezer. Tavanda fark ettiğim ve hafif fırça darbeleriyle oraya buraya iliştirilmiş Grek tarzı efektler canımı sıktı. Ayrıca fazla titiz bir geometri, fazla milimetrik ve dakik yapısal hareketler insanın zihnindeki bütün hülyayı alıp götürüyor. İnsanın zihnini "şimdi"den başka hiçbir zamana göndermiyor. Burada ruh akıl tarafından sindirilmiş sanki. "Sıfır"dan başlamış her şey gibi tarihsiz, hafızasız, oylumsuz ve renksiz bir yapı. Miladı yine kendisi olan bir tarih algısının statik bönlüğü. Kendi kendisinin üstüne kapanmış bir iddianın hareketsizliği. Beton ve taş kombinasyonu, insanın yüreğine hiçbir güzellik yolu için cesaret ver(e)miyor. Mekanın insanla bir "iletişimi" olacak olan mimari, burada üslubu ve güzelliği -sadece büyük!- bir aritmetiğe indirgemiş.
Bütün bu izlenimlerden sonra İstanbul'a dönerken düşündüm. Ankara ne kadar büyürse büyüsün, ne kadar iddialı biçimde şehirleşirse şehirleşsin; galiba hep bir "iddia" olarak kalacak. Bozkırın yamacına iliştirilmiş, genleşmekte olan yassı bir iddia. Ama bu tabii, onun 1920'lerdeki büyük metafizik umudun samimi ve sonsuz enerjik bir merkezi olduğu gerçeğini değiştirmez.
Gelelim törene. (Törene biraz geç geldiğimin farkındayım.) Çünkü yeni bir şey yok. İlk kez gördüğüm şey Çankaya Köşkü idi; tören değil. Nesini anlatmalı. Bütün törenler, ilginç biçimde çok törensel oluyorlar. İlkokuldaki bayrak törenleri de dahil. Hep içimden bağırmak gelmiştir: Ey tören, konuş! Bir şey söyle! Söylemez. Bir susma ve bakma müessesesidir. En büyük mahareti ketumluğudur onun. En büyük başarısı, hiçbir renkli kaçamağa ve cilveli, meraklı kendiliğindenliğe nefes aldırmayan sımsıkı düzeni ve disiplinidir.
Ahmet Hatipoğlu'nun müziğimiz ile ilgili çalışmaları mükafatlandırıldı. Geç kalınmıştı. Harika oldu. Prof. Dr. Şükrü Hanioğlu'nun Sabah'taki yazılarını ilgiyle takip ediyordum. Bana kalırsa Türkiye'nin entelektüel gidişatına ilginç, anlamlı müdahalelerde bulunuyor. Oldukça yerinde bir karşılık buldu. Selim İleri çok heyecanlıydı. Konuşmasını titreyen bir kağıttan, titreyen bir sesle, hiç kimseyi selamlamadan yaptı. Bir -mükafat değil- ödül de Zeugma'ya verildi. Ödülü, Komagene Kırallığı adına Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, Gaziantep Belediye Başkanı Dr. Asım Güzelbey ve Kazı çalışanları aldılar. Şair Mustafa Çelik'i epeyi özlemiştim. İsmail Kılıçarslan ve Mehmet Acet ile birlikte Mustafa ağabeyi alıp Kırıkkale'ye, kendilerinin "tava" tabir ettikleri bir nesneyi yemeye gittik.