Selahattin Yusuf

04 Aralık 2012, Salı

Haşmet Babaoğlu, “Kaçış Planı” ve “İsa hanginiz?”

Tophane'deki -barok diyeceğim- deri koltuklarımıza beşer santim kadar gömülmüş, hayattan, edebiyattan, kadından, sokaktan bahsetmeye başlamıştık. Ben yazdığım şiirleri ilk ona gönderir olmuştum; o da bana. Lafını esirgemeyen biri olduğu için bu sayfadaki yazılarımı bazen yüzüme vurduğu da oldu; çok beğendiği de. 1996 Yılı'ydı.

Ankara Atatürk Bulvarı üzerindeki Olgunlar Sokak'taydı yerimiz. Yeni Şafak'ın Ankara bürosu. Kimler yoktu, kimler girip çıkmıyordu ki. Gökhan Özcan, Rasim Özdenören, Sadık Battal, Hakan Albayrak, Ömer Çelik, Ahmet Çiğdem, Nihat Genç, Aydın Ünal, Murat Zelan, Murat Menteş, Muharrem Sevil. Daha birçok yazar, çizer, şair. Siyasal Bilgiler'i yeni bitirmiştim. Hayatın o çok bilinen zorluğu yakamı bırakmıyordu; ama bir yandan da ona teslim olmamak için her gün çırpınıyordum. Yeni Şafak'taki telifim ancak cep harçlığına yetiyordu. Gerisini düşünmek istemiyordum. Aslında istiyordum. Ama ne zaman müfettişlik, kaymakamlık sınavı kitaplarına uzansam, bir el hafif ve kararlı, omzuma dokunuyordu: "Hayır! Bu sen değilsin, boş ver.." Bu el bir gün Arthur Rimbaud oluyordu, bir gün Ezra Pound, bir gün İsmet Özel, Jack Kerouac, Sezai Karakoç, bir gün kulaklarımdaki zangır zangır Joan Baez, Leonard Cohen, Bob Dylan, Nusrat Fateh, Chopin, Mozart bir gün karşısında saatlerce apışıp kaldığım Andrei Tarkovski. Sarhoş olmayı seviyordum onlarla. Sarhoş sarhoş bir iş gelmiyordu elimden. Bıraktım hepsini bir kenara ben de. Gökhan Özcan'ın hediye ettiği -'L' harfini nedense hep atlayarak yazan- o eski daktiloya didişmelerim böyle başladı. Başlayış o başlayış.

Refahyol Hükümeti'nin manşetlerde tefe konduğu günler geldi çattı sonra. Bütün umudumuz, bütün varoluş kaygımız, Türkiye'nin büyük, müreffeh ve adil bir ülke olarak boy atacağı fikrine yönelik tutkulu enerjimiz, her gün manşetlerde dinamitlenmeye başladı. Başbakan'ın küçücük bir jesti veya mimiği, ertesi gün şiddetli baş ağrıları ve burun akıntıları olarak sarıp sarmalıyordu manşetleri. Süleyman Demirel Beethoven'ın "Dokuzuncusu"ndan sonra "İşte çağdaş Türkiye buuu!" diye bağırdı mesela. Utanmadan! "Neşeye Övgü" ilahisinin yazarı Schiller'i mezarında döndürerek ve hiç bilmediği bir sanatı elinde bekçi sopası gibi sallayarak! Ve Sincan'da tanklar, şehir asfaltını paletleriyle doğraya doğraya "Gidişatı" eleştirdiler. O zamanlar Yrd. Doç. Dr. Deli Dumrul tek başına cihet-i askeriyenin basın danışmanlığını yürütüyordu: Türkiye'nin "Gidişat" diye yakın(!) ve çıplak(!) bir düşmanı peydahlanmıştı! Göremiyorduk düşmanı. Bakıyor bakıyor, çenelerimizi, kafalarımızın arkasını kaşıyor kaşıyor, göremiyorduk! Ne önemi var! El çabukluğu marifet, üçkâğıttan "doktrin" yapmışlardı.

Uzatmayalım, ortalık karışmaya başlamıştı. Zor günlerdi. "Zor zamanda konuşmak" artık zor değil; imkânsız hale gelmişti. Bundan dolayı, basında sağduyulu her ses o zamanlar bizim için büyük moral, büyük kadirşinaslıktı. Türk usulü elden düşme pozitivizmin paramiliter güçleri, basında hatırı sayılır bir tedhiş ruhu tesis etmişlerdi çünkü. Hiç unutmam, tam o günlerde, Gökhan Özcan'ın loş odasında bir yazardan bahsediliyordu. Hepimizin bildiği bir yazardı. Sonradan öğreneceğim uzak "Kafkas" kanından mı olacak, yoksa düpedüz entelektüel namusundan mı kaynaklanmıştı, bilmiyorum; ama dikine dikine yazılar yazıyordu. Tam o sıralarda, mesela tutuyor, "Kurban ibadetinin" manevi inceliklerinden, kültürel arkeolojisinden bahsediyordu. Din ve maneviyat deyince eli silaha atanların absürd hiddetini, ince ince işlenmiş yazılarla ve ustalıkla, açıkta bırakıyordu. Kimdi bu adam? Bize uzaklardan seslenen bu yazar kimdi? Bilemedim. Tanışma fırsatım da olmadı.

Tanıştığımızda ise memleketimiz irili ufaklı kazalarla o karanlık günleri geride bırakmış, nekahet dönemine girmişti. Tophane'deki -barok diyeceğim- deri koltuklarımıza beşer santim kadar gömülmüş, hayattan, edebiyattan, kadından, sokaktan bahsetmeye başlamıştık. Ben yazdığım şiirleri ilk ona gönderir olmuştum; o da bana. Lafını esirgemeyen biri olduğu için bu sayfadaki yazılarımı bazen yüzüme vurduğu da oldu; çok beğendiği de. ??? Muhabbete gelince. Tophane hâlâ bizim için bir nevi "sıla" gibi. Ara sıra gidip "orada" olmanın duygusu içinde oturduğumuz bir yer. Ahmet Kekeç'in pasif agresyon dolu mizahını, Osman Konuk'un şiiri gibi "damarlı" ve kan dolu meşkini-muhabbetini özlüyoruz elbette; ama son zamanlarda Çengelköy, evlerimizin ortak avlusu olmaya başladı. "Hayat" mı deniyordu o avluya?

Diyeceğim, "O adam"la, sevgili Haşmet Babaoğlu'yla bu defa haftada bir ekranda da muhabbet edeceğiz şimdi. Salı geceleri 23.00'te A HABER TV'de. Benim temel şikayetim, Türkiye'nin hep kavga gürültüyle "gürültüye giden" büyük ruh zenginliği. Büyük manevi imkanları. Büyük uygarlık ve gelenek mirası. Önündeki dik -ama belki de tam bu yüzden cazip- güzel yolu. Müziği, şiiri, sokağı, insanı, edebiyatı, düşüncesi. Haşmet ağabeyin bütün bu konularda benden farklı bir hikayesi ve fikirleri var elbette. Ama "ortak anlarımız" da öyle çok ve öyle güzel ki!

İyi de, başlıktaki "İsa Hanginiz?" neydi, ondan bahsetmedin, diyeceksiniz. Vallahi dalmışım. Uzatırsam da sevgili Göksan'ın gazabından korkarım. O da acizane, fakirin yeni çıkan romanı. Turkuvaz Kitap'tan. Titiz ve çalışkan editörlerim Erdem Öztop'a, Özge Dinç'e müteşekkirim.

21 HAZİRAN - 4 TEMMUZ 2012

SON DAKİKA