İstanbul Sakıp Sabancı Müzesi'nde önemli bir sergi açıldı. Sergi 'Zero' (Sıfır) adlı sanat akımını tanıtmayı amaçlıyor.
'Tanıtmayı' diyorum çünkü bu akım 1950'lerin sonunda başlayıp 1960'ların sonunda sönmesine rağmen bizde pek bilinmiyor.
(İnternet çağında, hangi alanda olursa olsun, "yeni" olan daha çok duyuluyor. Kitlelerin büyük iştahı, şimdiye yönelik, geçmişe değil.)
Neyse... Sergiyi gezerken fark ettim: İnsanı kullanmamış Zero'cular... Mesela portre yapmamışlar.
Bunun bir nedeni Zero yaklaşımının, sanatçının imzasını yani kişisel üslubunu silmesi, yok etmesi. Halbuki portre yaptığında sanatçı ister istemez kendini öne çıkartıyor.
Ressamlar, yüzyıllar boyunca ışığı tablolarında yansıttı: Sevinçleri, hüzünleri, korkuları nefretleri ışık oyunlarıyla bize sundu.
Zero'cular ise ışığın aydınlattığı insana değil, doğrudan ışığın kendisine yönelmiş bir akım. Bu tavır Zero'yu ister istemez 'süslemeci' bir anlayışa itiyor.
Bunları düşünürken aklıma İslam sanatı geldi. İslam sanatında da ağırlıklı olarak kişisel üslup arka plana itilmiştir. Sanatçı kendini, bireyselliğini değil, geleneği önümüze sürer. Belki küçük birkaç değişiklik yapar; o kadar.
Böylece bir paralellik kurmuş oluyoruz: Zero, figürsüz ve süslemeci. İslam sanatı da öyle... ("Ya minyatürler" derseniz... Onu sonra tartışırız.)
Kıssadan hisse: Demek ki bir sanat akımı oluşturmak için, illa da figür ve konu gerekmiyor.
'Zero' bize gösteriyor ki, "İnancımız gereği sanatta insanı kullanmadığımız için dünya sanat çevrelerinde önemsenmiyoruz" gibi bir gerekçe, kendini kandırmaktan başka bir şey değil.
Arkadaş, sen yeni bir sanat akımı başlatamıyorsun çünkü geleneğin dışına çıkamıyorsun. Özgürce düşünmüyor; sanata felsefe yerine sadece inançla yaklaşıyorsun. O zaman da kendini geçmişe ve tekrara hapsediyorsun. Yalan mı? İtirazı olan söylesin.