Git gide güzel haberler geliyor. Virüsü kontrol altına almaya başlıyoruz.
Türkiye sağlık sistemine yaptığı yatırımlarının karşılığını alıyor.
Bilim insanlarıyla birlikte aklın yolunu izliyoruz. İnsanı merkeze almanın ne mühim bir şey olduğunu daha bir anlıyoruz.
'Benim kıblem insandır' diyen Yunus Emrelerin, Hacı Bayram-ı Velilerin, Mevlâna ve Hacı Bektaşların haklılığı 21. yüzyılda bir kere daha kanıtlanıyor.
Anadolu bilgeliğinin bu ultra-modern çağlarda elimizi tuttuğunu, bizi ışığa doğru götürdüğünü görüyoruz. O ışığı "orası tünelin ucu değil üstümüze gelen hızlı bir tren, kaçın!" diye karalayanlar derseniz, onlar hep olacak.
Çünkü insan hem unutkan hem nankör.
Hem de ünsiyet-illiyet bağıyla Tanrıya bağlanan bir varlık! Utandığı ölçüde insan, manevi varlığını unuttuğu ölçüde, utanmayı bıraktığı, ar damarı çatladığı ölçüde ise hayvan…
***
İnsanın macerası böyle. Kendimizi ister muhafazakâr ister modern olarak addedelim. Genel olarak biz dijital çağ bireylerinin korona ile mücadelesi ibretlik bir hikâye. Hepimizi, fikrimizi, siyaset ve alışkanlıklarımızı değiştiriyor.
Bir taraftan başkanlık sistemini test ediyoruz, diğer taraftan olması gerekenleri.
Sağlık yatırımlarını bu vesileyle daha da mükemmelleştireceğiz. Burası belli oldu.
Diğer taraftan kurduğumuz 'Toplumbilim kurullarını' genişletip kurumlaştırmalıyız.
Toplumsal hastalıkları (mesela kadına, erkeğe, çocuğa şiddet) teşhis ve tedavi etmede bu çok sesli bilim ve ilim kurulları elimizi rahatlatacak. Böylece kutuplaşmaların fay hatlarını tetikleyen sosyal virüsleri bulup tedavi edebiliriz.
Çünkü anladık ki biz bir hastalığı cesurca tanımlayıp üstüne ihtimamla gidince o hastalığın yayılmasını engelliyor, onu yeniyoruz. Bu işler bağırmayla çağırmayla olmuyor. Aynı selim yöntemi niye toplumumuza uygulamayalım?
Kitabi cümleleri tekrar edip durmak yerine anlık afetlerle, sorunlarla kapışmak bizi motive etti. Bu işin ucunu tutmalı ve hiç bırakmamalıyız. Allah bizi tecellileriyle eğitiyor. İnsan önünü ferasetle aça aça ilerliyor… Ama eski tabirle tıpkı sosyal faşizm gibi 'sosyal virüslerin' açtığı tahribat bitmiyor. Bilim 'latan' (uyuklayan, gizli) virüslerden bahsediyor. Latan virüs, 'Milli Bağışıklık Sistemimizin' çökmesini, zayıflamasını bekliyor ve harekete geçiyor.
Medya virüsleri de böyle. Dibimizde uyuklayan bir hadise. Orası burası tiklerle atarak bizi gözlüyor…
***
Tabii toplumsal birliği arttıran, kadın erkek ilişkisini yeniden pişiren bir süreçten de geçiyoruz. İri kıyım "elimi hiçbir şeye sürmem, kılıbık mıyım lan" tadındaki erkek neslinden gelen haberler şaşırtıcı. Eve kapanınca, karısı bulaşıkları yıkadı kendisi boşta kaldı diye çılgına dönen, jilet gibi çarşaf ütüleyenlerden söz edilmekte!
El yıkama ve temizlik bahsini abartanlar illa ki var. Sağ elini sabunlayıp sol elini kolonyalayıp poşetleri dezenfekte edip sebzeleri çamaşır suyuna atsa da bir türlü tatmin olmayan hijyen kölelerini de duyuyoruz.
Fakat bunda bence bir sıkıntı yok.
Çünkü insan yeni öğrendiği bir şeyi önce abartıyor sonra dengesini buluyor. Bu her zaman böyle oluyor.
***
Öte yandan evlere kapandığımızdan beri İstanbul'un kadim mahallelerinde kanalizasyonlar sık sık tıkanıyor. Stoklanmış tonlarca tuvalet kâğıdı, kâğıt havlu, ıslak mendil, bazen maske ve eldivenler köhnemiş giderleri tıkıyor. İSKİ kanal açmalara yetişemiyor. Bu tuvalet teröristlerinin eğitimli orta sınıf semtlerde yaşadığını bilmek ise yıpratıcı bir sosyoloji…
***
İnsan finalde ikili bir fıtrat, onu diyorum.
Marketlere de saldırabiliyor, lağımları da patlatabiliyor. Öte yandan birbirini kollamayı öğrenip kâmil, manevi mükemmellikte biri haline de gelebiliyor!
Karantina günlerindeki dayanışmayı, şehirlerde yükselen oksijeni, denizlerimizde oynaşan yunusları iyi okumalıyız...