Bayram tatiline bavulumda iki kitapla yola çıktım. Biri Elif Şafak'ın son kitabı İskender.
Diğeri Hüseyin ve yoldaşlarının katledildiği Kerbela'yı anlatan Ahmet Turgut'un kaleminden 'Aşkın Şehidi'.
Okuma işine önce İskender'den başladım.
Üzgünüm ama ben bazı başkaları gibi, sırf kitabın üzerinde Elif Şafak imzası var diye, 'olağanüstü, acayip sürükleyici, inanılmaz etkileyici' falan deyip üfürmeyeceğim sevgili okurlarım.
And olsun sadece doğruları söyleyeceğim bu kitapla ilgili.
Bir kere İskender gerçekten kolay okunabilen bir kitap!
Ama Elif Şafak'ın önceki kitapları, mesela 'Baba ve Piç' ya da 'Siyah Süt' gibi öyle sürükleyici, etkileyici filan değil.
Tamam. Kitabı sonuna kadar okudum ama bunu sadece ve sadece başladığım bir işi bitirmek adına yaptım!
Ne gariptir ki, zerre kadar etkilemedi beni İskender.
Gece yastığa başımı koyduğumda, "Ahhh...İskender'deki o filanca anekdot ne kadar yaralıyıcı ve düşündürücü" ya da bu satırları yazmak için şu klavyenin başına oturduğumda, "Kitabın filanca kahramanı gerçekten ilginç bir karakter!" diyebileceğim tek bir satır kalmamış aklımda.
Bakın size gülünç gelebilir ama ben bir kitabı bitirdiğimde ya da bir filmi izlediğimde genellikle o gece rüyamda o kitabın ya da filmin kahramanlarından birileriyle ilgili bir şeyler yaşarım. Hatta bazı zamanlar kendimi o filmin ya da kitabın içinde bile görürüm.
Aynı yazarın Baba ve Piç'inde öyle olmuştu mesela.
Çok etkilemişti beni. Günlerce o kitabın içinde gezinip durmuştum.
İşte İskender'de öyle bir şey olmadı.
Son sayfasını bitirip, kitabı kapattığımda kafama takılan tek şey, Elif Şafak'ın kurgu konusunda Amerikan filmlerini aratmayacak kadar fazla uçmuş olmasıydı.
Hele bir yer var ki!
"Aman yarabbi" filan dedirtiyor insana.
Düşünün. İskender'in babası Adem, Bulgar sevgilisi Roksana'nın peşinden Abu Dabi'ye gidiyor. Bir inşaat şirketinde çalışmaya başlıyor. Roksana'yı bulamıyor. Bir sürü zavallılık yaşıyor ve sonunda bir binanın en üst katından aşağı atlayarak intihar ediyor. İşe bakın ki o güne kadar bulamadığı Roksana, Adem'in o intihar anını başka bir binanın balkonundaki teleskopundan an be an izliyor!
Bir de kitabın geneli, konu edindiği insanların gelenek, görenek ve kültürleriyle filan paralel değil.
Örneğin, İskender tarafından kendisi sanılıp öldürülen Pembe'nin, ikiz kızkardeşi Cemile'nin yerine geçip, Londra'nın ortasında iki küçük çocuğunu bırakıp Fırat'ın kenarına dönmesini filan anlayamadım.
"Nasıl yani?" oldum...
Çünkü yazarın bu kurgusu Anadolu kültürüne, geleneğine kesinlikle uyabilen bir durum değil.
Kürt ya da Türk fark etmez, hangi Anadolu kadını küçücük, henüz okul çağında olan iki çoçuğunu (ki bir diğeri hapiste!) Avrupa'nın göbeğinde yüzüstü bırakıp gider?
Aranızda duyan var mı gerçekten böyle yaşanmış bir öykü?
Ha evet gider... Gider ama giderken de muhakkak onları da yanına alır.
Kusura bakmasın ama zannımca Elif Şafak İskender'i sırf, 'yazdı olmak', 'adıyla yayınevine para kazandırmak', şöhretini yürütmek için kaleme almış.
Şahsen, onca okunası ve konuşulası esere imza atmış bir yazardan böyle bir kitap beklemezdim.
Olmamış.
Onu seven bir okur olarak söylemeliyim ki; "Yakışmamış kendisine!"