Kendisi yazmış zaten. 43 yıllık gemici Can Sayın Kardeşime, "15 denizcimizin rehin alınmasıyla gelişen korsanlık konusunu bize anlat" dedim. Buyurun..
***
Hıncal abinin köşesine hep pop müzik yazılarımla misafir oluyordum ama bu defa asıl mesleğim olan denizcilik konusuyla burdayım.
Geçenlerde Hıncal abi, evinde beraber maç seyrederken devre arasında bana Afrika'daki korsanlık olayını sordu..
Ben de, 1978 yılında Yüksek Denizcilik Okulu'na girmemle başlayan, sonrasında bugüne kadar 4 yılı üniversite, 10 yılı gemilerde güverte zabitliği ve kaptanlık, sonrasında yaklaşık 30 yılı bulan kara hayatımda, liman yöneticiliği, gemi operasyonu, gemi kiralama, gemi brokerlığı alanlarında denizciliğe 43 yılını veren ve ayrıca Türk Gemi Brokerları Derneği kurucu üyelerinden de biri olarak Hıncal abimle, yani sizinle paylaşmak istedim.
Korsanlığın yapıldığı bölge Gine Körfezi.. Gemilerde çalışırken çok geçtiğim, karada çalışırken de broker olarak defalarca gemi gönderdiğim Atlantik Okyanusu'nun Afrika'nın batısıyla buluştuğu yer burası.
Tamamına yakını ekonomik ve siyasi istikrarsızlıkların hâkim olduğu 17 Afrika ülkesi ile çevrelenmiş bir körfez. Çoğunda siyasi ve ekonomik problemlere ilaveten iç savaşların da yaşandığı bu ülkeler, bu karmaşa yüzünden karasularına hâkim olamıyorlar, kıyılarında güvenlik oluşturamıyorlar. Bu da deniz haydutları için uygun ortam yaratıyor.
Uluslararası Deniz Ticaret Örgütü'nün yıllık deniz haydutluğu raporuna göre, Gine Körfezi'nde geçen yıl son zamanların en yüksek korsanlık sayılarına ulaşılmış.
Geçen yıl tüm dünyadaki 195 deniz haydutluğu faaliyetlerinin 84'ü, yani yüzde 43'ü bu bölgede gerçekleşmiş. Daha da önemlisi, geçen sene kaçırılan 135 gemi adamından 130'u, yani yüzde 95'i sadece bu bölgeden.
Yani, Türk denizcilerinin Mozart gemisinden kaçırılmaları sürpriz değil.
15 Türk denizcinin kaçırıldığı, 1 Azeri Türk'ün maalesef öldüğü Mozart gemisi saldırısı, Gine Körfezi'ndeki Nijerya'nın Lagos Limanı'ndan kalkıp Güney Afrika Cumhuriyeti'nin Cape Town Limanı'na giderken sahilden 180 mil açıkta gerçekleşti. Açıkta ana gemileri olan deniz korsanları, internetteki bilgileri kullanarak gemilerin sahiplerini, bayraklarını, teknik bilgilerini, nereden nereye gideceklerini öğrenip hedef gemiyi seçebiliyorlar.
Bu geminin sahilden ayrılıp yola çıkması haberinin açıktaki ana gemiye gelmesiyle de operasyon başlıyor. Genellikle gemide az sayıda insanın uyanık olduğu karanlık geceler, vardiya değişim saatleri gibi gemi güvenliğinin en zayıf olduğu sıralarda, ana gemiden sürat botuyla hedef gemiyi yakalıyor, attıkları kancalı halatlar ve ip merdivenlerle tırmanıyor ve ellerindeki makineli silahların avantajıyla güverteye çıkıyorlar. Gemide ise yasalar gereği sadece bir tek tabanca var. O da kaptanın kasasında kitli. Uzun süre karadan uzak derin denizlerde dolaşanlardaki gerginlik ve alınan alkol etkisinin tehlikeleri yüzünden, gemilere başka silah izni yok..
Peki korsanların bu saldırıları önlenebilir mi veya karşı konulabilir mi?
Aslında gemilerde, korsanların gemiye çıkmalarını engellemek için tel örgüler, jiletli tel örgüler, sonar sistemleri, tellere elektrik vermeler gibi önlemler olabiliyor ve o kritik bölgeye varmadan, personel gemiyi bu güvenlik önlemleriyle donatabiliyor.
Mozart'ta bunlar var mıydı bilemiyorum. Çünkü çoğu zaman kaptan da tayfalar da "Gerek yok canım" diye üşenebiliyorlar.
Bir de, gemiye güvenlik timi alınabilir.. Bunun düzenlemesini ve uygulamasını, Uluslararası Ticaret Örgütü (IMO) bayrak ve sahil devletlerine bırakmış durumda.
Mesela bizim hukukumuz, Türk bayraklı gemilerde personelde silah bulundurmaya ve güvenlik timi almaya izin vermiyor. Ama açık deniz alanlarında, tehlikeli bölgelerde tim alınabiliyor.
Olayın gerçekleştiği Nijerya'da devlet kendi karasularına silahlı girmenize izin vermiyor. "Güvenlik timini mutlaka ben vereceğim" diyor ve en az 30 bin dolar gibi yüksek rakamlar istiyor. Bazı gemiler alıyorlar. Ama çoğu firma pahalı olduğu için istemiyor.
Gine Körfezi'nde son 6 ayda Türk denizcilerin bulunduğu 3 gemide korsanlık gerçekleşti. Mozart'tan önce Tango Ray gemisi demirdeyken baskına uğradı. Gemiciler kaçırılmadı sadece ziynet ve değerli eşyaları, paralarını alındı.
Ondan önce de Paksoy gemisi kaçırılmış, denizciler rehin alınmış, fidye ödenip kurtarılmıştı.
Mozart gemisi olayından sonra da Amerika bandıralı bir gemiye korsan saldırısı olduğunu duydum.
Bu durum gösteriyor ki artık bu bölgede uluslararası önlemler alınmalı.
Konu henüz Birleşmiş Milletler'e gelmemiş. Ama getirilmeli, orada bir deniz gücü kurulmalı.
Mesela NATO bunu organize edebilir, birkaç askeri gemi o bölgede devriye gezebilir. Önceki yıllarda yoğun korsanlık olaylarının yaşandığı Somali bölgesinde bu yapıldı ve son bir senede hiç korsanlık olmadı, orada.
Bu Gine Körfezi'nde de yapılabilir, yapılmalı da.
Niye yapılmıyor ya da geç kalınıyor?
Çünkü Somali bölgesi, yoğun bir deniz trafiğinin içersinde. Arap körfezinden gelen petrol gemileri ve Uzakdoğu'dan gelip Akdeniz'e ve Güney Afrika'ya doğru giden konteyner ve kargo gemileri hep Somali kıyılarından geçiyordu.
Gine Körfezi'nde böyle bir trafik yoğunluğu yok, o yüzden gerek görülmüyor..
Ama bugün, dünyadaki tüm korsanlığın yüzde 43'ü ve gemi adamı kaçırmalarının da yüzde 95'i bu bölgede olduğuna göre, Gine Körfezi'ne de Birleşmiş Milletler ve NATO el atmalı.
Zaten uzak denizlerde evlerine, ailelerine, çocuklarına hasret, çok güç koşullarda çalışan, fırtınalarla boğuşan meslektaşlarımın bir de böyle deniz haydutluğu olaylarıyla karşı karşıya kalmaları, kaçırılma ve hatta öldürülmeleri uluslararası güçlerle önlenmeli.
***
BASIN SESİ, RİTMİN NEFESİ YOK ARTIK!.
(Geçenlerde bir büyük basçı, ulusal sanatçı öldü.. Adını hatırlayan var mı?. Bir kişi var. Dr. Ahmet Kurtaran.. MF3'ün yurt dışı turnelerinde eşlik eden orkestranın.. Neyse ben susayım burda, Ahmet anlatsın..)
***
Müzikte basgitarın sesi, armoninin temelini, özünü; davulun ritmi ise müziğin nefesini oluşturur. Yaşayan insan misali, hançereden çıkan ses ile kalbin ritmi yaşamı, bunların sona ermesi ise hayatın sonuna gelindiğinin ifadesidir...
Bu nefes alıp veriş ile ritmi evrenin tümünde görmek mümkündür.
Günler geceleri, yazlar kışları, karlar yeşerip açan çiçekleri, yumurtalar doğan hayvanları, kısaca yaşayan bu düzende, ritim ve ahengi tüm doğada görebiliriz.
Özetle müzikte de basın sesi ile ritmin nefesi, müziğin ruhunu oluşturur.
Çoğunlukla seyirci sahnede ön planda, göz önünde olanları alkışlama ve yüceltme eğilimindedir. Oysa işin gerisinde solistleri yücelten, konserleri başarılı kılan, arkalarındaki orkestralar, desteği veren gitarlar, baslar, davullardır.
1969'larda 3'ümüzün çalıp söylediği o ilk yıllarda, bası Doğan'ın başparmağı, ritmi ise Selâmi'nin 12 telli gitarının nağmeleri sağlardı.
Sonrasında kulüplerden salonlara, stadyumlara, daha geniş seyircili konserler vermeye başlayınca, arkaya orkestra desteği almaya başladık. Bu, bir vokal gurup için titiz yapılması gereken bir tercihti.
Orkestranın ve özellikle bas ile davulun, vokalin üzerine çıkması, ahengi ve düzeni bozan bir sorun olabiliyordu. Bu nedenle de, çalacak ve işin ruhunu bilen, bizle beraber nefes alıp verecek kişilerin arayışına koyulduk.
Fazla da seçeneğin olmadığı o yıllarda dönemin en iyilerinden basta İsmail, davulda da Cezmi ile tanışıp kaynaştık ve pek çok konserde de beraber olduk.
Hiç unutmam, 35 yıl kadar önce Nükhet Duru ile Dışişleri Bakanlığı'nın bir Uzakdoğu turnesi söz konusuydu. O yılların hükümetleri, ülkelerle yeni ilişkiler kurmak veya bozulanları düzeltmek için etkili yolun sanat ve kültürle sağlanacağını düşündüğünden, bizleri 36-37 dünya ülkesinin 70-80 kentine iyi niyet, sanat ve tanıtım elçileri olarak gönderirdi...
O turne Bangladeş, Pakistan, Hindistan, Hong-Kong, Çin, Malezya, Singapur'u kapsar şekilde planlanmıştı. Yoğun konserler, TV-radyo programları, gazete röportajları, resepsiyon ve davetlerle her saniyesi dolu bir organizasyon oldu.
Turnelerde, sahnede konserlerin başarısı kadar sahne gerisi, seyahatlerde sorunsuz, uyumlu dostluklara da ihtiyaç önemlidir. Böylece yıllardır tanışıp beraber olduğumuz, dönemin en iyi müzisyenleri ile yola koyulduk.
Gitarda Neşet Ruacan, basta İsmail Soyberk, davulda Cezmi Başeğmez, klarnet- viyolada Mustafa Süder, kanunda Tahir Aydoğdu ve orkestra şefi klavyelerde Osman İşmen ki, bugün bile yerleri kolay dolmaz sanatçılarla güzel bir gurup olduk.
Gittiğimiz ülkedeki Türk sefirleri ile eşleri de böyle bir kültür olayına gönül verip destek olmuşlar, en güzel salonlarda konserler verip en iyi şekilde ağırlanmamızı sağlamışlardı.
Turnelerde yeni insanlar, yeni kültürler tanırken, bizler de elimizden geldiğince ülkemizi iyi temsil etmeye çalışırdık. O günlerin anılarını, yaşananları anlatmaya sütunlar yetmez, ayrı birer kitap olur...
Bu arada parçalarımızın yanı sıra, her ülke için kendi dillerinde de şarkılar hazırlamıştık. Yıllardır beraber çalıp söylüyoruz, antrenmanlıyız.
Anlayacağınız her şey planlı, programlı, sonuçları da denenmiş ve güzeldi...
İlk konser Bangladeş'in başkenti Dakka'da idi. Sıcak ve basık bir hava, konser mekânı spor salonundan bozma en az 5.000 kişilik, salonun tepelerinde de vantilatörlerle serinletilmeye çalışılıyordu...
Sahneye çıktık, parçalar birbirini takip ediyor, ancak ön 2 sıradaki kordiplomat ve davetlilerin cılız alkışları göz ardı edilirse, salonda derin bir sessizlik ve sükût hâkim. Sonrasında Nükhet, ardından beraberce finaller yapıyoruz, normal zamanda salonlar inler, ancak burada çıt yok!...
Basın sesi, davulun ritmi bile salondan ses getirmiyor.
Büyük bir bozgunla içeri giriyor, nerede hata yaptık diye konuşurken, sefir imdadımıza yetişiyor. Meğer Bangladeş'te seyirci beğenisini gönül gözü ile ifade edermiş...
Ertesi gün TV'de yapacağımız program için çalgıları ve kostümleri almaya salona gittiğimizde, her taraf insan dolu, oysaki 2. konser akşama. Ancak ilginci, sahnede adam bir şeyler söylüyor, sonra ellerini çırpıyor, salondakiler onu taklit edip alkışlıyor. Açıkçası, akşamki konserin alkış provası yapılıyor.
Gerçekten de akşam özlediğimiz alkışın fazlasını aldık... O yılların Bangladeş'ine sadece Anadolu'nun sanatını değil, alkış kültürünü de bu vesile ile öğretmiş oluyorduk. Onlar da bizlere gönülden sevginin ne olduğunu. Artık bu tür turneler ve ülkemizin bu yolla tanıtımları da yapılmıyor. Böyle konserler, konser salonları da dünlerde, anılarda kaldı. Ama daha tatsızı bu muhteşem orkestrayı a bir araya getirebilmek de mümkün değil, artık.
Davulcu Cezmi'yi geçtiğimiz yıl, basçı İsmail'i de geçen hafta kaybettik.
Acı olanı sadece kayıplar değil, o düzeyde müzisyenlerin de artık yetişmiyor olması...
Anlayacağınız, basın sesi, ritmin nefesi de yok artık ülkemizde!...
***
PAZAR NEŞESİ
Dünya çapında bir kereste şirketi, iyi ücretle çok iyi bir ağaç kesici aradığını duyurmuş ve başvuruların orman kenarındaki kampa yapılmasını istemişti.
Ertesi sabah kampın yönetim barakasına incecik bir adam geldi. Ustabaşı adama şöyle bir baktı ve "Beni boşuna uğraştırma, senden baltacı mı olur, hadi yallah" dedi.
"Bir deneme yapmama izin verin" dedi, gelen adam.
"Peki ulan" dedi ustabaşı.. Kapıdan işaret etti..
"Şu ilerdeki dev kızılçamı görüyor musun?. Al baltanı git bakalım.."
Zayıf adam ağaca koştu. Beş dakika sonra da barakaya döndü..
"Ağacı indirdim, patron.."
Ustabaşı gözlerine inanamadı. "Bu yeteneği nerde edindin, genç adam" diye sordu.
"Büyük Sahra Ormanı'nda" dedi, zayıf baltacı..
"Yani Büyük Sahra Çölü demek istedin?."
Zayıf adam güldü..
"Orda tabii.. Şimdi oraya niye çöl diyorlar, sanıyorsun?."
***
LATİN SÖZLERİ
"Exitus acta probat!.
"Sonuç, yapılanları kanıtlar!"
Ovidius