Peşin yargılar, hele de duygusal olanlar insanı nasıl yanıltıyor.. Bugünkü köşemin böylesi iki kahramanı var..
"Sinemaya Adanmış Bir Ömür" kitabında hayatını birinci elden anlatan Türker Ağbim.. İnanoğlu.. Hayatta en sevdiğim, en vazgeçmediğim dostlarımdan.
İkincisi, bu kitaptan aldığım bir bölümde, bir Surdibi, kenar mahalle kızını, Türk Sineması'nın "Sultan"ı yapan tesadüfün kahramanı (Bu köşede okuyacaksınız) Türkan Şoray..
Ne gariptir, ikisi de hayatıma önceleri Yeşilçam filmleri ve o zamanın gerçek dedikodularını yazan "Sosyete sütun ve sayfaları" ile girdiler. O devirde magazin sayfaları, ajanslardan herkese ayni gelen yazılara imza atarak ya da masa başında oturup sallayarak hazırlanmazdı. En iyi muhabirler ve foto muhabirleri, hatta magazinden yetişirlerdi. Onlar gerçek dedikoduları yazarlardı. Onun için baldan tatlı olurdu zaten yazdıkları..
Türker Ağbi'den hoşlanmama sebebim, delikanlı kıskançlığı.. Başımızda kavak yelleri esen yıllar..
O zaman nerde, akşam bir diskoda tanışıp geceyi bir arada geçirmek.. Hoşlandığın kızın, o da senden hoşlanıyorsa eğer, elini tutman 6 ay sürerdi. Kızılay'dan Kavaklıdere'ye yürürdük, el ele tutuşmadan.. Kuğulu Park'ta o zaman Kovid de olmadığı halde, aramıza bir metre mesafe bırakırdık.. Şaka değil.. Kuğulu Park'ın bekçisi, parka el ele giren bir radyo ünlüsünü vurup öldürmüştü.. Mahallenin namusunun da bekçisiydi çünkü.
Biz gençlere düşen, platonik aşklar yaşamaktı..
Hani "Başkası omleti yerken, yumurtanın kabuklarına bakmak" diye tarif edilen aşk..
Amerikan filmlerinde Elizabeth Taylor'du aşkım.. O menekşe gözlere ölürdüm. Her filmine koşardım. Liz de bol eş, bol koca değiştirirdi ya.. Göz görmeyince, hele de bu kadar uzakta olunca gönül katlanıyor..
Türkiye'de seçim yeri de Yeşilçam.. Yenileri seçerdim, âşık olmak için.. Onlar yeni ya.. Boşturlar muhakkak..
Amma velakin ben kime tutulsam, o hafta değilse, ertesi hafta, Türker İnanoğlu diye birisiyle adını okurdum o sosyete sütunlarında..
O zamanlar Hollywood'dan dünyaya yayılan bir laf vardı..
"Şöhrete giden yol, rejisörün yatak odasından geçer" diye..
Türker İnanoğlu da, yaptığı bütün filmler tutan, Yeşilçam'ı biz gençlerin alay konusu olmaktan çıkarıp "Gidelim, görelim mutlak"a çeviren yönetmendi işte..
Surdibi kızı Türkan'ı Sultan yapan, Doktor Fahrettin'den "Cüneyt Arkın" çıkaran "Bay Sinema!."
Dünyada bu kadar hak edilmiş bir takma ad, azdır.
Neyse.. İşte her platonik aşkımla adının çıkması delirtirdi beni. Nasıl antipati duyardım.
Sonra olgunlaştık. Geliştik. İstanbul'a taşınınca tanıştık.. Bizi önce televizyon bir araya getirdi. Tanıdıkça ondaki cevherleri keşfettim. Keşfettikçe daha çok sevdim..
Türker Ağbim oldu benim.. Sinemadan kazandığının fazlasını kültür ve sanata yatıran bir adam çıktı, duygusal öfkemin altından.
Üç kuruş kazanmayacağını bile bile bugün TİM olarak bilinen kültür merkezi, tiyatro, konser performans sahneleri ve sinema salonlarından oluşan siteyi yaptı. İnşaat boyu haftada en az iki kez beni götürürdü.
Bir gün baktım elinde bir dosya.. Sitenin adının logolarını yaptırmış çeşitli sanatçılara.
Baktım!.
"MGM!."
"Bu ne" dedim. "Metro Goldwyn Mayer mi?."
"Hayır" dedi.. "Maslak Gösteri Merkezi!."
"Kesin olmaz Türker Ağbi" dedim. "Sen buraya hayatını yatırdın.. Burası senden sonra adını yaşatmalı.. Adı Türker İnanoğlu Merkezi olacak. Logosu da TİM!."
Bir de tehdit ettim iyi mi?. "Kendi adını koymazsan adım atmam" diye..
İşte o Türker Ağbim.. Gerçek Ağbim kadar sevdiğim Türker Ağbim..
***
İkincisi Türkan Şoray'dı. Ondan hazzetmeme sebebim de, Galatasaray İkinci Başkanı olarak tanıdığım ve de sevemediğim Rüçhan Adlı ile yaşaması ve onun koyduğu yasalara aynen uymasıydı.
"Türkan sevişmez, öpüşmez, sarılmaz" kısaca, sinemada başrol oyuncusu bir genç kadın ne yapacaksa hiçbirini yapmazdı.
Düşünün, deliler gibi âşık iki genç. Film boyu bin badire atlatmış, biri ölümlerden dönmüş nerdeyse.. Finalde Çamlıca Tepesi'nde karşılaşıyorlar. 50 metre mesafeden birbirlerine öyle bir koşmaları var ki?.
...Ve final!.. Türkan, o ölesiye sevdiği adama kavuşmanın heyecanıyla yanağını erkeğin yanağına dokunduruyor.. "SON!."
Hadi canım sen de.. Türkan'ın filmlerine mecbur kalmadıkça gitmezdim.. Hani arkadaşlar "Hadi, mızıkçılık etme, hep beraber gidiyoruz" derlerse..
İşte o Türkan Sultan'a, Ankara'dan hafta sonları sık sık giderdik, Abant Gölü kıyısındaki turistik otele, orda rastlamam mı?.
Bütün gün ayni çerçevenin içinde olunca tanıştık. Bir gece şömine başında da uzun uzun sohbet ettik..
Nasıl harika bir insan çıktı, benim öfkeli kafamın yarattığı Soğuk Salata, Nefreti Yasalar Sultanı'nın içinden..
Orda sevdim işte ilk Türkan Sultan'ı.. O gün, bugün de çok severim..
Ara ara Türker Ağbi'nin gerçek bir sinema müzesi olan Kavacık'taki ofisinde buluşur, eski günleri yâd ederiz.
***
KÖYDE BİR KIZ SEVDİM!.
"Sinemaya Adanmış Bir Ömür"ün her sayfası ilginç, her sayfası meraklı, her sayfası güzel.. Hani hep derim ya, "Fal tutar gibi rastgele bir sayfa açın, orda takılırsınız.."
Ben de öyle yaptım.. Çıkana bakar mısınız?. Türkan Şoray'ın kaderini, yaşamını, her şeyini değiştiren tesadüfü anlatıyor. İnsanı nerden alıp, nereye götüren tesadüf.. Ya da Einstein der hani, "Tesadüf, Tanrı'nın gizli kalma şeklidir!."
Okuyun, siz karar verin!.
***
Bir gün Zeki Çan telefon etti, "Buluşalım" dedi. Zeki Çan'ı Dikenli Yol filminden tanıyordum. O filmde oyuncuydu. Zeki, tertemiz bir adamdı. Çok iyi fotoğrafçıydı. Ama ayaklarından rahatsızdı. Yürüme zorluğu çekiyordu.
Mehdi'nin kahvesinde buluştuk. "Bir filme başlamak üzereyim ama yönetmenim yok. Param da az. Bana yardımcı ol" dedi. Ben boştaydım; kabul etmek de istiyordum ama para sıkıntısıyla film çekmenin ne kadar güç olduğunu bildiğimden karar vermekte zorlanıyordum. Bu tereddüdümü ona hissettirmemem gerekiyordu.
Çünkü çok hassastı Zeki. Bunu vicdanen kabul ettiğimi anlarsa çok üzülürdü.
"Nasıl bir film?" diye sordum. Anlattı. "Kırsal bir melodram. Adı Köyde Bir Kız Sevdim olacak" dedi. "Baş kadın oyuncu için Emel Yıldız'ı seçtim" dedi. Karşısında da Baki Tamer'i oynatmayı düşünüyor. "Tamam. Yönetirim" dedim.
Benim Emel'e içim pek ısınmamıştı. Yaptığı bir iki filmi seyrettim. O filmlerde iyi değildi. O kabiliyeti görmemiştim ben onda. Hem bu rol için biraz büyüktü. Ama Zeki anlaşmıştı. Çaresiz çalışacaktık.
Üç gün çalıştık. Dördüncü gün Emel Yıldız sete çok güzel bir genç kızla birlikte geldi. "İzleyebilir mi?" diye sordu. "İzlesin" dedim.
On beş - on altı yaşında bir genç kızdı. Fatih Ortaokulu son sınıf öğrencisiymiş. Kara gözlüydü, hiç unutmuyorum üzerinde yeşil mantosu vardı. Bir kenara oturdu. Ürkek bakışlarıyla bizleri izliyordu. Çok güzeldi. O zamana kadar sinemaya böyle bir güzel gelmemişti.
Akşam Zeki'yle buluştuğumda ona kızı anlattım. "Bu kız tam aradığımız kız" dedim. "Role Emel Yıldız'dan çok daha iyi oturuyor. Hem çok daha genç. Ne yapıp edip başroldeki köylü kızı, o derin bakışlı esmere vermemiz gerekiyor" diye iknaya çalıştım.
Zeki tabii itiraz etti. "Yahu üç gündür çekimdeyiz. Onca masraf boşa mı gidecek" diye direndi. Ama ben "Emel Yıldız'a bin 500 lira vermektense, o genç kızı daha ucuza oynatabilirsin" deyince düşündü; kabul etti.
Türkan Şoray bir keşiftir!.
Yapım sorumlusu Suat'ı ön görüşme için kızın evine gönderdik. Ancak olayın en hassas noktası; kızın Emel Yıldız'ın kiracısı olmasaydı. Emel, rolünü kiracısına kaptırınca o evde huzur kalmayacaktı.
Suat, kızın annesiyle konuşmak için surların dibindeki Sultan Mahallesi'ne gitmiş. Kızın annesi Meliha Hanım'ı bulmuş, durumu anlatmış, "Yarın kızını da al yazıhaneye gel" demiş. Ertesi gün geldiler. Çok sevinçli ve heyecanlıydılar. Zeki Can'la görüştüler. Zeki onlarla 500 liraya anlaştı.
İşte Türk Sineması'nın Sultanı olarak anılacak Türkan Şoray böyle bir rastlantının sonucu doğacaktı.
Çekimlere başladık. Türkan, ilk plandan itibaren, çalışmalara adapte oldu. Başlangıçta biraz ışık ve kamera acemiliği çekti ama hiç oyun acemiliği çekmedi. Ne söylesek yapıyordu. Kameranın önünde nerede duracağını, nereden ışık alacağını, bir tokat yeme sahnesinde başını nasıl yana düşüreceğini, acemiliğine rağmen, anında öğrenmişti.
Çekimlerin üçüncü günü sette ilginç bir olay yaşadık. Sete kalabalık bir grup baskın yaptı. Grubun başında Topal Osman adında bir kabadayı da var. Topal Osman, Türkan'ın annesinin beraber olduğu adam. Dertleri Türkan.. Kızın kötü yola düşmesinden korkuyorlarmış. Sete "Biz de varız" demek için geldikleri anlaşılıyor.
Ortalık tam elektriklenmek üzereydi ki Türkan'ın annesi Meliha Hanım, Hızır gibi yetişti. Yakınlarını sakinleştirdi. O gün sette Salih Tozan da vardı. Salih Amca olgunluğuyla herkesi rahatlattı. Onların sigaralarını yaktı, kahvelerini önlerine getirdi. Esprileriyle havayı yumuşattı.
Ben de Türkan'ın yakında sinemada birden parlayacağına, çok para kazanacağına, mutlu ve ünlü olacağına inandığımı söyledim. Ortam daha da yumuşadı.
Zaman beni haklı çıkardı. Türkan kısa sürede bir yıldız gibi parladı.
Enteresandır; bu benim Türkan'la ilk ve son filmimdir. Çünkü bu film esnasında Türkan'la aramızda bir yakınlaşma oldu. Bu olay basına yansıdı.
Türkan'la beraberlik kuran Rüçhan Adlı da, Türkan'a benimle film yasağı koydu..
Buna Türkan da çok üzüldü ama yapacak bir şey yoktu..
Sanırım 1998 yılıydı... Bir televizyon programında, "Ben Türker İnanoğlu'na rastlamasaydım bugün belki dört beş çocuklu, Fatih'te oturan bir ev kadınıydım.
Torunlarına bakan bir anneanneydim ya da babaanneydim.." diyor Türkan.
Peki Emel Yıldız ne oldu diyeceksiniz? Emel, acı gerçeği öğrenince başlangıçta büyük tepki gösterdi. Türkan da zaman kaybetmeden evini boşaltmış, Karagümrük'te oturan dedesinin evine taşınmış.
Muhterem bir adamdı dedesi.
Emel'in öfkesi zamanla geçti tabii. Hele Türkan Yeşilçam'da parladıktan sonra böyle bir olaya dolaylı olarak sebep olduğu için mutluluk duyduğunu bile söylemiş.
Emel dediğim bugünün Panter Emel'i. Hani hayvanlara eziyet edenlere savaş açan kadın.
Basında, televizyonda hayvan haklarını savunan Emel, işte o Emel. Daha sonraları birkaç filmimde de oynattım onu.
***
TEBESSÜM
15 yaşındaki yeğenim, arkadaşıyla kavga ediyordu. Bağırışını duydum..
"Sensiz yaşayamayacakmışım, öyle mi?. Ne zannediyorsun ki kendini?. Cep telefonumun şarjı mı?"
***
SEVDİĞİM LAFLAR
"Dürüst insan gerçeği her zaman söyler.. Akıllı insan ise, zamanında.."
George Bernard Shaw