Türkiye'nin en iyi haber sitesi
HINCAL'IN YERİ HINCAL ULUÇ

Bir Ömer Seyfettin daha... “Diyet!..”

Çocukluğumda bana okuma zevki veren iki hikayeci vardı. Ömer Seyfettin ve Kemalettin Tuğcu.. Tuğcu doğrudan çocuklar için çok dokunaklı duygulu öyküler yazardı..
Ömer Seyfettin ise, herkesi büyüleyen, bağlayan hikayeler..
Babam alırdı kitaplarını, ben de bir nefeste okurdum..
Diyet, beni en etkileyen öykülerin başında gelir.. Sadece "Ömer Seyfettin" değil, okuduğum tüm öyküler içinde en etkileyenlerden..
Dün yazmıştım. Kafamı toplayıp yazı yazacak halde olmadığımı ve Ömer Seyfettin'e sığınacağımı.. Onu seçtim işte.. Beni çarpan öyküyü.. Diyet'i!.
Ne var ki Diyet, çok lezzetli ama, çok da uzun. Bu yüzden ikiye bölmek zorunda kaldım.. Devamı haftaya. Ama beklemenize değer.. Göreceksiniz..
Buyurun!..

***

Dar kapısından başka aydınlık girecek hiçbir yeri olmayan dükkânında tek başına, gece gündüz kıvılcımlar saçarak çalışan Koca Ali, tıpkı kafese konmuş terbiyeli bir arslanı çağrıştırıyordu. Uzun boylu, iri pençeli, kalınca pazılı, geniş omuzlu bir pehlivandı.
On senedir bu karanlık in içinde ham demirden dövdüğü kılıç ve namluları tüm Anadolu'da, tüm Rumeli'de sınır boylarında büyük bir ün kazanmıştı. Hatta İstanbul'da bile yeniçeriler, satın alacakları kamaların, saldırmaların, yatağanların üstünde "Ali Usta'nın işi" damgasını arıyorlardı.
O, çeliğe çifte su vermesini biliyordu. Uzun kılıçlar değil, yapmış olduğu kısacık bıçaklar bile iki kat olur, kırılmazdı, "Çifte su vermek" sanatının, yalnız ona özgü bir sırrı vardı. Yanına çırak almaz, kimselerle oldukca konuşmaz, dükkânından dışarı çıkmaz, durmadan uğraşırdı.
Bekârdı. Hısımı, akrabası yoktu. Kentin yabancısıydı. Kılıçtan, demirden, çelikten, alevden başka söz bilmez, pazarlığa girişmez, müşterileri ne verirse alırdı. Yalnız cenk zamanları ocağını söndürür, dükkânının kapısını kilitler, kaybolur, savaştan sonrasında ortaya çıkardı.
Kentte onunla ilgili birçok hikâye söylenirdi. Kimi "cellat elinden kaçmış bir çelebi", kimi "sevgilisi öldüğü için dünyadan elini eteğini vakitsiz çekmiş garip" derdi. Siyah şahane gözlerinin mağrur bakışından, asil davranışlarından, gururlu suskunluğundan, muntazam sözlerinden onun öyleki bayağı bir adam olmadığı belliydi...
Fakat kimdi? Nereliydi? Nereden gelmişti?
Bu tarz şeyleri bilen yoktu. Halk onu seviyordu. Kentte bu şekilde tanınmış bir ustanın bulunması hepimiz için ayrı bir övünç kaynağıydı.
- Bizim Ali...
- Bizim koca usta...
- Dünyada eşi yoktur...
- Zülfikâr'ın sırrı ondadır!.. derlerdi.
Koca Ali en kalınca, en katı demirleri mısır yaprağı şeklinde incelten, kâğıt şeklinde yumuşatan sanatını kimseden öğrenmemiş, kendi kendine bulmuştu.
Daha on iki yaşlarındayken, sert bir beylerbeyi olan babasının başı vurulmuş, öksüz kalmıştı. Amcası oldukça zengindi. Gösterişe düşkün bir vezirdi. Onu yanına aldı. Okutmak istedi. Bir ihtimal devlet katında yetiştirecek, büyük görevlere çıkaracaktı. Fakat Ali'nin yaratılışında "Başkasına gönül borcu olmak" şeklinde bir sızlanmaya yer yoktu. "Ben kimseye eyvallah etmeyeceğim," dedi. Bir gece amcasının konağından firar etti. Başıboş bir adsız şeklinde dağlar, tepeler, dereler aştı. Adını bilmediği ülkelerde dolaştı. Sonunda Erzurum'da yaşlı bir demircinin yanına girdi.
Otuz yaşına kadar Anadolu'da uğramadığı şehir kalmadı. Hiç kimseye boyun eğmedi. Gönül borcu olmadı. Ekmeğini taştan çıkardı. Alnının teriyle kazanmıştır, içinde "kutsal ateş"ten bir alev bulunan her yaratıcı şeklinde, para için değil, sanatı, sanatının zevki için çalışıyordu.
"Çeliğe çifte su vermek" onun aşkıydı. Gönüllü olarak savaşlara gittiği zamanlar yeniçerilerin, sipahilerin, sekbanların içinde, Ali Usta, işinin övgüsünü duydukça tadı dille anlatılmaz bir mutluluk duyardı.
Ölünceye kadar bu şekilde asla durmadan çalışırsa daha birkaç bin gaziye kırılmaz kılıçlar, kalkanlar parçalayan çelik yatağanlar, zırhlar, keskin ağır saldırmalar yapacaktı. Bunu düşündükçe gülümser, tatlı tatlı yüreği çarpar, ruhundan kopan bir atılımla örsünün üstünde milyonlarca kıvılcım tutuştururdu.
- Tak!
- Tak, tak!...
- Tak, tak!
İşte bugün de sabah namazından beri durmadan on saat uğraşmıştı. Dövdüğü eğri namluyu örsünün tarafındaki su fıçısına daldırdı. Ocağının sönmeye süregelen ateşine baktı. Çekici bırakan eliyle terini sildi. Kapıya döndü. Karşıki mescitte acıklı acıklı akşam ezanı okunuyor, bacasının tepesindeki yuvada leylekler sonu gelmez bir takırdı koparıyorlardı.
İkindi abdesti daha duruyordu. Yalnız ellerini yıkadı. Kuruladı. Yenlerini indirdi. Saltasını omzuna attı. Dışarıya çıktı. Kapısını iyice çekti. Kilitlemeye gerek görmezdi. Uzun alandan mescite doğru yürüdü..
Kentin kenarındaki bu gösterişsiz tapınağa hep yoksullar gelirdi. Minaresi sokağa bakan ufak bir pencereydi. Müezzin buradan başını çıkarır, ezanını okurdu.
Koca Ali mescide girince her zamankinden fazla kalabalık görmüş oldu. Hep üç kandil yakılırken bu akşam ramazan şeklinde tüm kandiller yanmıştı. Daha namaz safları dizilmemişti. Kapının yanına çöktü. Yanında alçak sesle konuşanların sözlerine istemeye istemeye kulak kabarttı. Konya'dan iki acayip dervişin geldiğini, yatsı namazına kadar Mesnevi okuyacaklarını duydu.
Akşam namazı kılınıp, bittikten sonrasında mescittekilerin bir kısmı çıktı.



Koca Ali yerinden kımıldamadı. Aslına bakarsan birazcık başı ağrıyordu. "Mesnevi dinler, açılırım!" dedi. Büyük bir gönül rahatlığı içinde, iki acayip dervişin ruhu ürperten ezgileriyle kendinden geçti.
Her âşık şeklinde onun yüreğinde de sonsuz bir kendinden geçiş, bir coşku, bir kaynaşma kabiliyeti vardı. En ufak bir nedenle coşardı. Anlamını çıkaramadığı bir dilin gizemli uyumu, durgun kanını sular altında saklı derin bir su çevrintisi şeklinde kaynattı. Her yanı nedensiz bir sarsıntıyla titriyor, sökülmez bir hıçkırık boğazına düğümlenir şeklinde oluyordu. Yatsı namazını kıldıktan sonrasında mescitten çıkınca, doğru dükkânına giremedi.
Yürüdü. Uykusu yoktu. Ilık, yıldızlı bir yaz gecesiydi. Samanyolu, sarı altın tozundan göz alabildiğine bir bulut şeklinde göğün bir yanından diğer yanına uzanıyordu. Yürüdü, yürüdü. Kentten mandıralara giden yolun geçmiş olduğu tahta köprüde durdu. Kenara dayandı. Geniş derenin altına yansıyan yıldızlar, ışıktan çakıltaşları şeklinde parlıyor, şırıldıyordu. Kenardaki karanlık top söğütlerde bülbüller ötüyordu. Daldı, gitti. Saatlerce kımıldamadı. Dinlediği ezgilerin ruhunda kalan uyumlarını işitiyor, tıpkı mescitteki şeklinde kendinden geçiyordu. Ansızın arkasından bir ses:
- Kimdir o?... diye bağırdı.
Daldığı tatlı düşten uyandı. Döndü. Köprünün diğer yanında iki üç karaltı ilerliyordu. Elinde olmadan karşılık verdi:
- Yabancı yok!
- Kimsin?
- Ali...
Gölgeler yaklaştı. Bir adım kalınca onu giyiminden tanıdılar:
- Koca Ali... Koca Ali, be!
- Sen misin, Ali Usta?
- Benim!
- Ne arıyorsun bu saatte buralarda?
- Asla...
- Iyi mi asla? Suya çekicini mi düşürdün yoksa!...
Bunlar şehir subaşısının adamları, bekçilerdi. Kol geziyorlardı. Ne diyeceğini şaşırdı. Geceleri afyon yutan bu serseriler, namuslular gözünde hırsızlardan, uğursuzlardan daha korkunçtu. Kendilerinden başka dışarıda bir gezeni yakaladılar mı, dayaktan canını çıkartırlardı. Fakat, ona fena davranmadılar. Bekçibaşı:
- Ali Usta, sen deli mi oldun? dedi.
- Yok.
- Bu şekilde gece yarısına yakın değil, hatta yatsıdan sonrasında sokakta, hele bu şekilde kentin kıyısında kimsenin dolaşmasına ağamızın izin vermediğini bilmiyor musun?
- Biliyorum.
- Ee, ne arıyorsun buralarda?
- Asla...
- Iyi mi asla...
Koca Ali gene ses etmedi. Bekçiler onun namuslu bir adam olduğunu biliyorlardı. Hırpalamadılar. Yalnız:
- Haydi yerine git, dolaşma... dediler.
Geldiği yollardan süratli süratli dönen Koca Ali, ruhunda demin dinlediği uyumu tekrarlıyordu. Bülbüller keskin keskin ötüyor, uzaktan mandıraların köpekleri havlıyorlardı. Sokakta asla hiç kimseye rastgelmedi.
Dükkânının önüne ulaşınca durdu. Bacasının üstündeki leylek uyumamış, kefenli bir görüntü şeklinde ayakta duruyordu. Kapısı aralıktı. Çıkarken sıkı sıkıya kapadığını hatırladı:
- Garip, rüzgâr açmış olacak!... dedi.
İşine yaramazdı ki, hırsız aşırmak sıkıntısına girsin...
İçeriden kapıyı sürmeledi. Bekçilerin karışması canını sıkmıştı. İşte kentte yaşamak da bir türlü tutsaklıktı. Öte taraftan da dağ başlangıcında, köyde sanatı geçmezdi.
Birden ağır bir bitkinlik duydu. Kandilini yakmaya üşendi. Ocağın soluna gelen alçak musandıraya el yordamıyla çıktı. Büyük bir ayı pöstekisinden oluşmuş yatakçığına uzandı.
Sıçrayarak uyandı. Kapısı vuruluyordu. Uyku sersemliğiyle:
- Kim o? diye haykırdı.
- Aç acele.
Sabah olmuştu. Kapının aralıklarında bembeyaz ışık çizgileri parlıyordu. O asla bu şekilde dalıp kalmaz, güneş doğmadan uyanırdı. Doğruldu. Musandıradan atladı. Ayakkabılarını bulmadan yürüdü. Hızla sürmeyi çekti. Aniden oluşturulan kapının dükkânı dolduran aydınlığı içinde, palabıyıklı, yüksek kavuklu Bekçibaşı'yı görmüş oldu.
Arkasında keçe külâhlı, çifte hançerli genç yamakları da duruyorlardı. "Ne var?" der şeklinde yüzlerine baktı. Bekçibaşı:
- Ali Usta, dükkânı arayacağız! dedi. Koca Ali şaşkınlıkla sordu:
- Niçin?...
- Bu gece Budak Bey'in mandırasında hırsızlık olmuş.
- Ee, bana ne?...
- Onun için işte dükkânı arayacağız.
- O hırsızlıktan bana ne?
- Hırsızlar çaldıkları bir kuzuyu köprünün altında kesmişler. Meşin keselerin içindeki paraları alarak bir tanesini oraya bırakmışlar.
- Bana ne?...
- O keselerden bir tanesini de bu sabah senin dükkânın önünde bulduk... Sonrasında... Şu eşiğe bak. Kan lekeleri var!
Koca Ali, kamaşan gözleriyle kapısının temiz eşiğine baktı. Hakkaten el kadar bir kan lekesi sürülmüştü. O, bu kırmızı lekeye dalgın dalgın bakarken, palabıyıklı bekçi:
- Hem bu gece, geç saatte ben seni köprünün üstünde gördüm, orada ne arıyordun? dedi.
Koca Ali gene verecek bir karşılık bulamadı. Önüne baktı:
- Arayın... diyerek geri çekildi. Bekçiyle yamakları dükkâna girdiler. Örsün yanından geçen yamaklardan biri haykırdı:
- Ay! İşte, işte...
Koca Ali elinde olmadan, bekçinin bakmış olduğu yana gözlerini çevirdi. Yeni yüzülmüş bir deri görmüş oldu. Şaşırdı. Yamaklar derhal deriyi yerden kaldırdılar. Açtılar. Daha ıslaktı. Bir ağalarının, bir de suçlunun yüzüne bakıyorlardı. Bekçibaşı köpürerek sordu:
- Çaldığın paraları nereye sakladın?
- Ben para çalmadım.
- İnkâr etme, işte kuzunun derisi dükkânında çıktı ya! Kim koydu?
- Bilmiyorum.
Koca Ali öyleki uzun boylu konuşmazdı. Subaşının karşısına çıkartıldığı vakit de, gece geç saatte köprünün üstünde ne aradığını anlatamadı. Bekçilerin bulmuş olduğu tüm kanıtlar aleyhine çıkıyordu. Budak Bey'in yeni sattığı beş yüz koyunun parası da mandıradan çalınmıştı. İki kuvvetli hırsız, bekçi çobanı sımsıkı bağlamışlardı. Sonrasında canını çıkarıncaya kadar dövmüşler, hatta işkence için bir kolunu da kırmışlardı.
Ertesi gün yargıcın önünde bu çoban, hırsızın birini Koca Ali'ye benzettiğini söylemiş oldu. Gece geç saate kadar dükkânına gelmemesi, derinin dükkânda, para keselerinden birinin kapısı önünde bulunması, Koca Ali'nin suçlanmasına yetti. Ne kadar inkâr etse hırsızlık suçunu silemiyordu. Üstelik nereden geldiği, nereli olduğu da belli değildi.
Sol kolunun kesilmesine karar verildi.
(Devamı haftaya pazara..)

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA