Günlerdir bekliyorum, olayı magazin boyutundan çıkarıp, içerdiği dehşetin altını çizecek bir gazete, bir yazar çıkacak mı, diye.. Hayır.. Gaflet, dalalet ve hatta mesleğe bir kez daha ihanet içinde, "Farkında değil" görüntüsü çiziyoruz..
Gazeteci Reha Muhtar'a, oturduğu Nişantaşı Beymen Kafe'de silah gösterildi. Gazeteci, Reha Muhtar İstanbul'un göbeğinde silahla tehdit edildi..
Peki sonra ne oldu?..
Hiçbir şey.. Hiçbir şey olmadı.
Yani bu ülkede insanların, İstanbul'un göbeğini tarihi Teksas'a çevirme ve kızdıkları adamı tabanca ile tehdit etme özgürlükleri var.. Yani İstanbul dağ başı.. Yani İstanbul'un göbeğinde rahatça oturmak için sizin de tabanca taşımanız, birisi size silahını gösterince, sizin daha hızlı davranıp adamı vuracak yetenekte olmanız gerek..
Bu mudur, İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah kardeşim.. Bu mudur?..
Dikkat edin, hukuktan söz etmiyorum.. Konu asayiş.. Asayiş doğrudan Emniyet Müdürlüğü'nün işi.. Bunun yargıyla falan alakası yok.. Sakın özür üretmeyin ve soruma doğrudan yanıt verin lütfen..
Ben vatandaş Hıncal Uluç, İstanbul'da Nişantaşı'nda bir bulvar kafesinde güvenlik içinde oturma hak ve özgürlüğüne sahip miyim?.
Bu hak ve özgürlüğüm kimin sorumluluğunda?.. Güvencemi sağlama görevi kime ait?..
Efendim adam avukat.. Silah taşıma hakkı var..
Yok yahu?..
Ne zamana kadar var?.. Danıştay'ı basıp yargıçları kurşuna dizene kadar mı?.
Herkesin içinde, umumi yerde silah teşhir edip, oturan birini tehdit edenin silahına el koyma ve ruhsatını iptal etme hakkı ve yetkisi yok mu o ruhsatı veren polisin?..
Benim babadan kalma hatıra, hiç kullanılmayan, kimsenin görmediği silahımın ruhsatını, yenileme tarihini geçirdiğim içim iptal eden ve baba yadigârını satmaya, devretmeye mecbur eden polisin bir tehdit aracı olarak kullanılan silah üzerinde yetkisi olmadığını sakın söylemeyin bana..
İkinci sorum, bölge savcısına..
Türk insanının halka açık bir yaşam yerinde, huzur içinde oturma özgürlüğüne çekilmiş bu silah için herhangi bir eylem yaptınız mı?.
Kaç defa yazdım..
İngiliz yargıç, gece yarısı parktan geçen kızı korkutan adama 7 yıl 7 gün hapis verince, şaşıran gazeteciler sormuşlardı.. "Adam kıza elini bile süremedi. Kaçan kızın çığlıklarına yetişenler, adamı yakaladılar. Bu 7 yıl, 7 gün çok değil mi" diye.. Yargıcın yanıtı hukuk tarihidir..
"Kızı korkutmanın karşılığı 7 gündür. 7 yıl İngiliz kızlarının gece yarısı parkta dolaşma özgürlüklerine saldırmanın cezasıdır."
..Ve medya.. İşin içindeki dehşetin hâlâ farkına varmayan, bu korkunç, bu dehşet verici olayı matrak bir magazin haberi diye sunmaya devam eden medyanın gafleti, dalaleti ve hatta mesleğe bir kez daha ihaneti..
Neden bir kez daha.. İlkini ben yaşadım çünkü..
Bir yeraltı dünyası ünlüsü bir kadın gazeteci arkadaşımızı silah göstererek tehdit etmiş ve gene hiçbir meslektaştan tepki gelmemişti. Korkmuş olabilirdi bireyler, ne de olsa işin içinde mafya var.. Bu yüzden gazeteci derneklerine hitap ettim.. "Böyle bir olayda dahi gazeteciye arka çıkmaz, arkasında yer almaz, onun ifade özgürlüğüne sahiplenmezseniz varlık sebebiniz nedir" diye yazdım..
Yazım cemiyetlerden ses getirmedi. Tepki yeraltı ünlüsünden geldi.. İki kurşun yedim..
Meslektaşlarım benim yanımda da yer almadılar.. Hatta beni vurduranlar için "Bunlar son tahlilde mert adamlardır" yazıları bile çıktı.
Mahkeme günü, yeraltı dünyası Sultanahmet Adliyesi'nin koridorlarında bir minik tetikçi ordusu ile şov yaparken, benim yanımda tek gazeteci yoktu. Kendi gazetem, kendi televizyonum dahi, haber verildiği halde duruşmamı izlemeye gerek duymamışlardı.
O koridorda kendimi piç gibi yapayalnız, terk edilmiş hissettim ve davayı bıraktım.
O günden beri değişen bir şey yok.. Gazetecilere silah çekmek, tehdit etmek, hatta vurmak serbest benim mesleğimde.. Çünkü bizde mesleki dayanışma yok.. İçin için hatta keyif bile alıyoruz, içimizden biri bu hallere düşünce.. Ve de "Bana dokunmayan yılan bin yaşasın" diye puromuzu yakıp, kadehimizi kaldırıyoruz, hatta..