İsrail ordusu geçtiğimiz hafta sonunda Gazze'deki Refah şehrinin altındaki tünelde 7 Ekim'de Hamas tarafından kaçırılan İsrailli rehinelerden altısının cansız bedenine ulaştı. İsrail Sağlık Bakanlığı rehinelerin hepsinin kısa mesafeden vurularak öldürüldüğünü bildirdi.
Altı rehinenin öldürüldüğü haberi İsrail'de öfke ve şok ile karşılandı. Rehine ailelerinden bazıları Benjamin Netanyahu hükümetini Hamas ile olası bir anlaşmanın altını oyarak alıkonulmakta olan rehinelerin salıverilmesini engellemekle suçladı. İsrail kamuoyunun tepkisine bakıldığında, bu olayın 7 Ekim'den beri en üzücü ve şok edici olay olduğunu söylemek yerinde olacaktır. İsrail halkı üç yüz günü aşan bir süredir savaş halinde olmaktan, her ateşkes ve rehine anlaşmasına dair girişimin son anda bulunan bir bahaneyle neticelenmemesinden ve gündelik hayata dönememekten yoruldu.
Toplumun büyük kesimi İsrail'in Gazze'de sürdürdüğü saldırılarını bir an önce durdurmasını en başından beri olduğu gibi yine bu hafta sonu sokaklara dökülerek hükümetten talep etti. Kamuoyu Gazze'de ateşkes sağlandığında Hizbullah'ın kuzeyden neredeyse aralıksız süren roket saldırılarının da duracağına inanıyor. Nitekim Hizbullah da geçen ay saldırılarını durdurmasının İsrail'in Gazze'deki orantısız savaşını noktalamasına bağlı olduğuna dair açıklama yapmıştı. 7 Ekim'den beri kuzeydeki roket saldırılarından dolayı altmış bin ila seksen bin arasında İsrailli ülke içinde yer değiştirmek zorunda kaldığı tahmin ediliyor. İnsanlar geçici olarak yerleştikleri evlerden ve şehirlerden yaşadıkları yere dönmek istiyorlar ve bunun için hükümetin adım atmasını bekliyorlar. Gelgelelim hükümetin ateşkes konusunda ayak diremesinin yanında, evlerinin akıbeti de şu anda belirsizliğini koruyor.
Dün (5 Eylül) İsrail'in gazetelerinden biri olan Yediot Aharonot "Kuzeydekiler umutsuzluk ve kaygı içerisinde günlük yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlar" manşetiyle ve altında büyük bir karikatürle çıktı. Karikatürde Netanyahu'nun yine bir harita önünde, bu defa Gazze Şeridi'nde Philaldelphi koridorunu işaret ederken ve sırtı roket saldırıları altındaki kuzeye dönük bir şekilde resmedilmiş olması kamuoyunun hissiyatını gözler önüne seriyor. İsrail'in siyasi tarihine ilişkin yazıda, ülkenin giriştiği savaşların "seçenek olmayan savaşlar" olduğu anlatısı hakim. Yani geçmişten bugüne İsrail savaşmayı seçmemiş savaşmak zorunda kalmıştır. Geçmişte bunun istisnası olarak 1982 Lübnan işgali gösterilir. O zamanki kamuoyu da bu işgalin İsrail'in güvenlik endişelerini bertaraf etmeye değil, Menahem Begin ile Ariel Şaron'un siyasi amaç ve heveslerine hizmet ettiğine inanmıştı.
Bugün de kamuoyunun önemli bir kesimi 7 Ekim saldırıları sonrasında İsrail'in bu saldırılara cevap vermesi gerektiği konusunda hemfikirse de İsrail ordusu vasıtasıyla ve hükümetin kararları doğrultusunda Gazze'deki sivillerin katledilmesine, orantısız güç kullanılmasına, hükümet eliyle orada insani felaket yaratılmasına karşı duruyor. Ayrıca rehinelerin salıverilmesi ve ateşkes için ortaya konan her planın Netanyahu tarafından kendi ikbali için boşa çıkarıldığına inanıyor. Son günlerde ABD tarafından hazırlanan ateşkes planının taraflarca kabul edildiği gündeme gelirken tam da bu anda Netanyahu'nun İsrail'in güvenliği adına Philadelphi koridorunda asker bulundurma ısrarını İsrail halkı bir güvenlik endişesi olarak görmüyor.
Netanyahu pazartesi günü yaptığı basın toplantısında önceki perşembe günü güvenlik kabinesinde ısrarla öne sürdüğü argümanı tekrarladı: İsrail ordusu Philadelphi koridorundan çekilemez. Ona göre askerin çekilmesi Hamas'ın imhasını engelleyecek ve Gazze'nin İsrail'in güvenliğine karşı bir risk oluşturması sürecekti. Bu da rehinelerin geri dönmesi için yapılacak bir anlaşmayla feda edilemeyecek kadar önemli bir olguydu. Gelgelelim, Savunma Bakanı Yoav Gallant ile İsrail ordusu eski kurmay başkanları Benny Gantz ve Gadi Eisenkot ordunun koridordan çekilmesinin İsrail'in güvenliğini riske atmayacağını ve rehineleri geri getirmek adına buradan çekilmenin gerektiğini dile getirdiler. Hal böyleyken kamuoyunun muhalif kesiminin Netanyahu saflarında durması zor görünüyor. Nitekim sosyal medyada paylaşımlarına bakılınca Netanyahu'nun bugüne kadar Philadelphi koridoru hakkında sadece iki paylaşım yaptığı onun da geçen hafta olduğu, dolayısıyla buranın bir güvenlik riski olmadığını öne sürenler de mevcut.
Öte yandan Netanyahu, İran meselesini de duygusal çöküntüye uğramış olan rehine ailelerine demagoji yapmak için kullanıyor. İran, İsrail'in güvenliği için gerçek varoluşsal bir tehditse de Netanyahu, bu demagojinin içerdeki aşırılık yanlılarına hizmet ettiğini gözden kaçırıyor veya bunu umursamıyor. Halihazırdaki ultra milliyetçi-dindar koalisyonun Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir geçen pazartesi Harem-üş Şerif'te (dindar Yahudiler için burası Tapınak Dağı) ibadet için Yahudilerin Müslümanlarla aynı haklara sahip olduğunu ve eğer yapabilirse bu alanın en yüksek noktasına (Kubbet-üs Sahra ile el-Aksa Camii'nin olduğu alana) bir sinagog kuracağını açıkladı. Hatta Ağustos ayının sonlarında burada secde eden Yahudilerin görüntüleri sosyal medyaya düştü. İsrail – Filistin meselesinin uzun tarihi boyunca şekillenmiş ve tüm taraflarca kabul edilmiş olan statükoya göre Müslümanlar Kudüs'te Eski Şehir'de bulanan alana girme ve ibadet etme hakkına sahipken; Yahudiler dahil Müslüman olmayanlar belirlenen girişleri kullanarak burayı ziyaret edebilir ancak ibadet edemezler. İşte Ben-Gvir çatışmaların baş göstermesini önleyen bu statükoyu bozuyor ve Gallant'a göre İsrail milli güvenliğini ve uluslararası duruşunu tehlikeye atıyor.
Netanyahu, Gazze'deki Philadelphi koridorunu tutma ısrarını kabul ettirmeye çalışırken işgal altındaki Batı Şeria'daki Filistinlilerin yerleşimciler eliyle maruz kaldığı gündelik şiddete de alan açıyor. Cumartesi günü Yahudi yerleşimciler Batı Şeria'nın kuzey ve güneyindeki Filistinli köy ve kasabalara saldırdılar, araçları ve zeytin ağaçlarını ateşe verdiler, insanları yaraladılar. Buna karşın herhangi bir göz altı olmadı. Yine Susya'dan gelen görüntülerde maskeli saldırganlar aralarında kadınların da olduğu Filistinlileri sopalarla dövüyorlardı. Bu saldırıların akabinde Şin Bet (İsrail İç güvenlik ajansı) şefi Ronen Bar, başbakana bir mektup yazdı ve Yahudi yerleşimcilerin polisin arkalarını kolladığına dair bir hissiyatla cesaretlendirildiğine dair uyarıda bulundu. Kolluk kuvvetlerinden sorumlu bakanın Ben-Gvir olduğu göz önüne alınınca Bar'ın bu iddiasının altının dolu olduğu akla yatkın geliyor. Öyle ki Ben-Gvir bu mektup sonrasındaki kabine toplantısında Bar'ın görevden alınmasını talep etti; gazetelere Bar'ı kötüleyen ilanlar verdi ve sosyal medyada Gazze'yi ve Batı Şeria'yı ezmeye devam edeceğiz kabilinden paylaşımlarda bulundu. Bu eylem ve söylemlerin hiçbirinin İsrail'in pozisyonunu iyileştirmediği gibi daha da kötüleştirdiği ve içerde kamuoyunda zaten var olan kutuplaşmayı derinleştirmekten başka bir şeye hizmet etmediği ortadadır.
Bugün Gazze'de ateşkes konusunda gelinen noktaya bakıldığında esasında İsrail-Hamas arasında artık alışılagelmiş olan bir örüntü göze çarpıyor. Bir ilerleme kaydedilecek olduğunda, her yeni gelişme anlaşma yapmamak için bir nedene dönüşüyor. İsrail ordusunun Hamas'ın emir komuta zincirini ya da eylemlerini bozacak operasyonlarının akabinde İsrail'in elini yükselttiği ve Hamas'ın çökmesine ramak kaldığı düşüncesiyle devlet ve güvenlik aygıtı müzakere etmeye gerek olmadığı düşüncesine kapılıyor. Aynı şekilde Hamas, İsrail ordusunun yaklaştığını düşününce altı rehineyi infaz ediyor, yine İsrail yanlış mesajlara sebep olur gerekçesiyle böylesi eylemleri gerçekleştiren bir aktörle müzakere edilemez pozisyonuna dönüyor. Şu an bir kısır döngü halini almış olan bu durum maalesef ki Gazze'de ve İsrail'de sivillerin ölümüne ve acı çekmesine neden oluyor.
Öte yandan İsrail kamuoyunun pazar sabahı okulların açıldığı 1 Eylül gününde altı rehinenin öldürüldüğü haberiyle 7 Ekim'den sonraki belki de en travmatik anı yaşaması ve ardından alınan büyük grev kararı ile yapılan protestolar içerde bir toplumsal dayanışma ruhunun pekişmesini yine sağlayamadı. Gösterilerde altı rehine için tutulan yasın yanında göstericilerin Netanyahu'yu (katil, ateşkesi engelleyici gibi pankartlarla) suçlayan söylemleri özellikle sağ çevrelerde eleştirildi. Likud partisi milletvekillerinden biri bu durumun gösterilere katılımı engellediğini belirtti; ona göre "göstericilerin hedefinin dünyaya rehinelerin salınması için daha fazla şey yapılması gerektiğini anlatmak olsaydı gösteriler daha etkili olabilirdi". Burada aslında bir kez daha milliyetçi-dindar kesim ile demokratik-seküler kesim arasındaki derin bölünme ortaya çıkıyor. Sokaklara dökülen halk gelinen bu noktanın müsebbibin kim olduğuna da dikkat çekmek istiyor ve öfkesini eylemsizlik içindeki iktidara yöneltiyor. Gelgelelim iktidar içindeki bazı kesimler ile bu kesimleri destekleyenler ideolojik bir çerçeveden Gazze'de ve Batı Şeria'da yaşananları destekliyor. Hatta aşırılar arasında yapılanları az bulan dahi var.
Öte yandan toplumun ultra milliyetçi-dindar koalisyon üyeleri vasıtasıyla Filistinlilere yönelik şiddet uygulama konusunda yüreklendirilen vatandaşları, toplumun bu kesimlerinde milis zihniyetinin ortaya çıkarak güçlenmesine hizmet ediyor. Bu milis zihniyetinin bugün İsrail ordusunun birimlerine ve askerlere nüfuz ettiği de bir vakıa. Oysa ki İsrail'in ilk başbakanı David Ben-Gurion devletin güçlenmesi ve pekişmesi için milis zihniyetinin ordu içinde bertaraf edilmesi gereken bir olgu olduğunu belirtmişti. Daha öncesinde izleri bulunmakla birlikte 7 Ekim sonrasında Gazze'de sürdürülen savaşın sözü edilen bu milis zihniyetini açıkça ortaya çıkardığını ve derinleştirdiğini de söylemek mümkün. Dünya, hem iktidar içerisinde bu zihniyette olanları hem de ordu içerisindeki askerleri sosyal medya aracılığıyla ve paylaştıkları videolar vasıtasıyla görmektedir. Ben-Gurion'un "mamlachtiyut" olarak nitelediği devletçilik konseptinin zayıflamasında ve yerini milis zihniyetinin almasında ultra milliyetçi-dindar ideolojinin önemli rolünün olduğu söylenebilir. Batı Şeria'da yerleşimin sürmesi ve Filistinlilerin oradan çıkarılmasını sağlamak adına kolluk kuvvetlerinin söz konusu ideolojiye hizmet eder hale getirilmesi, 2018'de çıkarılan Ulus-devlet Yasası ile devletin dini Siyonizm ile uyum içerisinde olacak şekilde yeniden tanımlanması sözü edilen bu ideolojinin siyaset ve toplum alanındaki nüfuzuna örnektir.
Son tahlilde İsrail'in rehinlerin salıverilmesi için hangi bedeli ödemesi gerektiğine dair soru İsrail siyaseti ve toplumu içindeki birliği çoktan sarsmış durumda. Bu da 7 Ekim öncesi yargı işe ilgili yasal değişiklikler karşısında artan bölünmüşlüğü daha fazla derinleştirmemesi adına devlet aygıtından Netanyahu'ya yapılan ve "söz konusu tablonun İsrail'i zayıf göstererek saldırıya açık hale getirdiği" uyarısından ders alınmadığını düşündürüyor. Zira İsrail içerde birliği sarsılmış bir toplum ve oydaşmanın olmadığı devlet görüntüsü çiziyor.