Çok klişe bir ifade olacak belki ama diğer pek çok zaman diliminde olduğu gibi bugünlerde de, "Türkiye siyasetinde zaman gerçekten çok hızlı akıyor". Tabiatı icabı dinamik ve aynı zamanda ertelenmiş ihtiyaçlarının karşılanmasını bekleyen bir toplumun yönetişiminde kaçınılmaz olarak ortaya çıkan bu gerçeklik, sürekli devinim içerisindeki bir siyasi hareket olarak AK Parti'nin kurucu lideri Erdoğan ile geliştirdiği genetiği ile de son derece uyumlu.
Kurulduğu günden bu yana "müesses nizam"ın farklı boyutlarıyla hesaplaşarak ve reform gündemini sürekli sıcak tutarak kendi iç canlılığını ve tazelenmesini başarabilen, yine bu sayede Türk siyasetinde belirleyici unsur haline dönüşen bir hareketten söz ediyoruz. Devlet aygıtının içindeki ya da dışındaki güçler tarafından tehdit edildiği zor zamanlarda Erdoğan liderliğinin gölgesinde nefeslenip kozasının içine çekilen; ardından milli iradenin tekrar tescili ile depoladığı statik enerjiyi yeni reform dalgaları ile kinetik enerjiye çevirebilen bir hareket AK Parti. Ve tabii, demokratikleşme ile ekonomik kalkınma eksenindeki temel reform gündemini özellikle "formda olduğu dönemlerde" başat küresel eğilimler ile paralel biçimde maharetle kurgulayabilen; bu anlamda da "zamanın ruhu" nu başarıyla okuyabilen bir hareket.
Gezi olayları, 17-25 Aralık kalkışmaları, yükselen enflasyon ve faizler ile siyasiekonomik kriz tehditleri eşliğinde ister istemez "stand-by" moduna geçip kabuğuna çekilen reformcu ve atak AK Parti karakterinin tekrardan yeşil sahalara dönme zamanı geldi. Devletleşmek, Ankaralılaşmak, içine kapanmak, kendisini koruma refleksi ile siyasi ve ekonomik reformları yavaşlatmak özellikle Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı'na geçişi sonrası AK Parti için artık bir seçenek değil. Zira eski Türkiye'nin otoriter, baskıcı, verimsiz, hantal, rantiyeci, rekabete ve sosyal mobilizasyona düşman cenderelerinden kurtulup "yeni Türkiye"nin demokratik, hukuka ve insan haklarına saygılı, rekabete ve dünyaya açık, üretken, donanımlı bireyleri önemseyen ortamına geçmeyi dört gözle bekleyen kesimler için ortada tek bir reel siyasi alternatif var. Bu da, bir taraftan yetenek avcılığı yaparak sürekli kadrolarını yenileyen, diğer taraftan politika önceliklerini küresel dünyada Türkiye toplumunun ihtiyaçları doğrultusunda cesurca belirleyip sistemik dogmalarla hesaplaşan AK Parti'nin "formda" hali. CHP'nin ve MHP'nin toplumun okumuş-yazmışlarının geldikleri entelektüel seviyenin gerisinde ve toplumsal ihtiyaçların uzağında kalıp sosyal demokrat ve milliyetçi yaklaşımların modern açılımlarını ortaya koymaktan aciz olmaları bunun bir sebebi elbette. Ancak daha da önemlisi, AK Parti'nin klasik İslamcı hareketlerin düştükleri ideolojik tuzaklardan uzak durarak siyasi, ekonomik ve toplumsal alanlardaki acil ihtiyaçları tespit edip bunların makul biçimlerde giderilmesine yönelik esnek, pragmatik ve değişime açık bir siyaset tarzını uygulayarak kendisini kanıtlamış olması.
Bu bağlamda geçtiğimiz hafta Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından kurulan 62. Hükümet, hem Erdoğan'ı köşke uğurladıktan sonraki geçiş döneminin hükümeti olması, hem de önümüzdeki genel seçimler sonrasında hayata geçirilmesi beklenen kapsamlı siyasi- ekonomik transformasyon hareketinin öncü kabinesi olması açısından kritik önemde. Bu dönemde uzun dönemli bir stratejist, planlayıcı, kurgulayıcı ve saygı gören "akil" bir aktör olarak Davutoğlu'nun geminin kaptan köşkünde olması da önemli bir avantaj. Ekonomi yönetimi açısından 2002'den bu yana tüm AK Parti hükümetlerinde görev yaparak Türkiye'de kamu maliyesinde disiplin, makroekonomik ve finansal istikrar, öngörülebilirlik gibi kavramlarla özdeşleşen Ali Babacan'ın görevine devam etmesi, yeni dönemin "istikrar içinde değişim" vurgusunu yansıtıyor. Hükümet Programı'nda vurgulanan 2023 hedeflerinin gerçekleştirilebilmesi adına mikroekonomik tedbirler içeren kapsamlı bir dönüşüm ajandasının oluşturulması, makroekonomik istikrara verilen önem azaltılmadan "ikinci nesil" yapısal reformlara önümüzdeki dönemde daha fazla vurgu yapılacağını akıllara getiriyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Başbakan Davutoğlu'nun tasavvur ettikleri "yükselen güç Türkiye", ekonomide üretim ve ihracatta ithalata bağlılığın önemli oranda azaltıldığı; enerji ve savunma sanayi gibi kritik alanlarda dışa bağımlılığın minimuma indirildiği; inşaat, finans ve hizmet sektörleri yanında yüksek teknolojili üretim ve ihracat sektörlerinin güçlendiği; yerel insan gücünün nitelik ve donanımının yükseltildiği bir Türkiye vizyonunu yansıtıyor. Kapsamlı bir yükseköğretim reformu ile dünya standartlarında, dinamik ve ekonomik katkısı yüksek bir üniversite sisteminin oluşturulması da bu vizyonun önemli bir unsuru. Ekonomik tartışmaların uzun dönemli kalkınma konuları yerine cari açık, enflasyon, faizler ve konut fiyatları gibi köpük mevzular çerçevesinde kaldığı bir Türkiye, sözünü ettiğimiz yükselen güç vizyonu ile pek uyumlu değil.
O yüzden, Davutoğlu Hükümeti'nin çözüm süreci ile birlikte ekonomik kalkınma konusunu en önemli ulusal öncelik olarak gündemine alması ve yeni hükümette Numan Kurtulmuş ve Nurettin Canikli gibi kendi perspektifleriyle ekonomi politikalarının tasarımına destek verecek önemli isimlerin bulunması, önümüzdeki dönemde izleyeceğimiz reform ajandasına dair ipuçları içeriyor. Türkiye'nin "bilgi ekonomisine geçiş stratejisi"nin Ahmet Davutoğlu liderliğinde hızlı karar alıp uygulayan bir yönetimle özellikle Haziran 2015 sonrası nasıl şekilleneceğini hep birlikte göreceğiz.