2000'li yıllarda küresel ekonomi politik sistemin çevresinden merkezine doğru bir çıkış ivmesi yakalayan Türkiye'nin farklı bir önem kazanmış olduğu tartışma götürmez bir gerçek. Son on yılda dış politikada komşular, bölgesel güçler ve küresel aktörlerle yoğun angajman ve uluslararası platformlarda inisiyatif alarak ilerleyen aktivizm ile ekonomide istikrar, hızlı büyüme ve yeni ihracat pazarlarına açılım stratejileri birbirlerini destekledi. Ortaya çıkan "erdemli döngü," iç politikada demokratik konsolidasyon; dış politikada çok ortaklı angajman; ekonomide ise ekonomik entegrasyon temelinde dinamik bir dönüşüm ivmesi üretti. Bu sayede beklenmedik iç ve dış şoklara karşı daha dirençli ve adaptasyon kabiliyeti yüksek bir ekonomi-politik yapının oluşması süreci hızlandırıldı.
Söz konusu gelişmeler sayesinde örneğin 2008'de patlak veren Küresel Ekonomik Kriz, kurumsallaşan ekonomik gözetim mimarisi ve ihracat ortaklarının çeşitlendirilmesi yoluyla görece az zararla atlatıldı. Ardından Arap Baharı sürecinde Ortadoğu'da yaşanan istikrarsızlık ve şiddet sarmalı, paramiliter örgütleri taşeron olarak kullanan bölge ülkelerinin ellerini rahatlatırken Türkiye'nin bölgesel hikâyesini zorlasa da, demokratik dönüşümlerin arkasında duran prensipli duruş muhafaza edildi.
Ulusal planda demokratik derinleşme, uluslararası planda ise demokratik hareketlere destek ve ortak menfaatler temelinde karşılıklı- bağımlılık odaklı angajman yaklaşımı hem normatif üstünlüğünü hem de uzun vadede pragmatik rasyonelliğini halen korumakta.
Suriye ve çevresi ile gümrük birliği oluşturma vizyonu ile başlatılan iyi niyetli çabalar, Esed rejiminin tetiklediği kanlı iç savaş yüzünden akamete uğrasa da; yeni Türkiye'nin Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile kurduğu stratejik ortaklığın ne kadar önemli olduğu, Irak'taki son kaos sürecinde bir kez daha anlaşıldı. Yüzyıllık ulusal güvenlik korkularından sıyrılarak çözüm süreci bağlamında atılan cesur adımlar ve bunlarla eşzamanlı olarak Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile stratejik enerji ortaklığına ulaşan güçlü işbirliği, Türkiye'yi muhtemel bir çözülme sürecine ilerleyen Irak'taki gelişmelere karşı dirençli kıldı.
Sonuçta hem küresel ekonomik kriz, hem de Arap Baharı'nın tetiklediği bölgesel krizin ilk dalgalarını başarıyla atlatan Türkiye, tüm gecikmelere rağmen AB ile tam üyelik müzakereleri sürdüren bir NATO, OECD ve G-20 üyesi olarak küresel sistem içindeki önemli konumunu muhafaza etmekte.
Elbette ülkenin küresel sistem içerisindeki reel konumu ile bu konumun ulusal düzeydeki algısı arasında, çoğunlukla iç siyasi çekişmelerin tetiklediği, derin uçurumlar oluşabiliyor. Bu bağlamda siyasal ve ekonomik istikrar ikliminin baskın olduğu (2005-2008; 2009-2011 gibi) dönemler, sistem içinde daha çok yumuşak gücü ile öne çıkan Türkiye'nin bölgesel ve küresel platformlarda "etkinliği artan aktör" imajının kabul görmesine şahit oldu.
İç siyasetteki konjonktürün dalgalı seyrettiği zamanlarda ise, gerek kitlesel medya mecralarının gerekse ideolojik angajmanlı entelektüellerin girişimleri sonucu "küresel sistemden kopuş" ya da "dünyadan izolasyon" algısı toplumun farklı kesimlerinde hızla yaygınlaşabiliyor.
Objektif olarak bakıldığında Türkiye'yle ilgili yaygın algının böylesi marjinal uçlarda dolaşıyor olması, elbette olumlu bir durum değil. Sağlıklı işleyen demokrasilerde özellikle ülkenin uluslararası sistemdeki konumu ile ilgili yargılarda siyasi duruş ve yorum farklılıkları arasındaki makasın çok daha dar olması beklenir. Bu açıdan, farklı siyasi görüşlere sahip yazar ve entelektüellerden ideolojik endoktrinasyon yerine daha gerçekçi analizler beklemek hakkımız.
Gezi ve 17 Aralık süreçlerinin ülkedeki istikrar algısı üzerinde tetikledikleri travmanın etkileri, hükümet hakkında bir tür güven oylamasına dönüştürülen 30 Mart yerel seçimlerinin ortaya koyduğu net tablo ile kısmen giderildi. Siyasette suların durulmaya başladığı, ekonomide ise faiz indirimleri ve temel göstergelerde iyileşmelerin görüldüğü üç aylık bir geçiş döneminin ardından Cumhurbaşkanlığı seçimleri kampanya döneminin başlayacağı yeni bir dönemecin eşiğindeyiz. CHP ve MHP'nin sermaye çevrelerinin de desteğiyle aktif siyaset alanının dışından çatı aday olarak önerdikleri Prof. Ekmeleddin İhsanoğlu ismi cidden ilginç bir denklem ortaya çıkardı. Türkiye'nin son on yıldaki dönüşümüne mührünü vuran ve Cumhurbaşkanı adaylığı muhtemelen 2 Temmuz'da resmileşecek olan Başbakan Erdoğan'ın karşısına apolitik, icracı kimliği olmayan ve uzlaşı mesajları ile farklı siyasi kesimler arasında köprü kurması umulan bir aday çıkarmak siyaseten ne derece gerçekçi, tartışılır. Ancak gerçek hesabın seçim sürecinde Cumhurbaşkanı adayları arasında sahici bir rekabet ortamı oluşturmak değil; Erdoğan karşıtı kesimleri sermaye destekli bir medya girişimi marifetiyle mobilize etmek ve "otoriterleşme" söylemi üzerinden negatif propaganda yapmak olduğunu görmek zor değil.
Neyse ki, ekonomik yapının direnci artık çok yükseldi ve yapay siyasi gerginlikler finansal kriz dinamiklerini tetikleyemiyor.