Modern dönemlerde, özellikle de, son otuz yılın küresel kapitalist ağı içinde, ülkelerin güç ve kapasite tarifleri ve imkânları kadar kullanmalarının maliyeti de yapısal değişime uğradı. Bağımlılık denkleminin ötesinde, modern dünya sisteminin vücuda getirdiği dengesizlikler dengesi içinde, en güçlü ülkeden orta ölçekli bir güce sahip ülkeye kadar; bütün aktörler, ilan edilmemiş bir mahkûmiyet içindeler. Mesela G-20'nin içine düştüğü ve 2012 iktisadi ve siyasi sorunları karşısında G-0'a dönüşmesi en çarpıcı örnek olarak verilebilir. Benzer şekilde, Arap isyanlarıyla beraber bölgemizde de ülkelerin "güç ve kapasite" imkânları yeni bir testten geçmektedir.
Türkiye, Arap isyanları karşısında, zamanlama açısından oldukça başarılı bir şekilde pozisyon almayı başardı. Bu başlı başına, Türkiye'nin resmi ve gayri resmi "güç ve kapasite fonksiyonunun" pozitif bir görünüm elde etmesini sağladı. Nihayetinde, en geniş anlamıyla, güç ve kapasite skalası, iki şekilde tespit edilebilir. Mezkûr ülkenin geçmiş dönemleriyle ve muhtemel rakibi kabul edilen aktörlerin o anki sıcak soruna müdahil olma yeteneğiyle mukayese ederek bir fikir sahibi olabiliriz. Bundan 20 yıl önceki Türkiye ve Arap dünyasını konuşuyor olsaydık karşımıza şöyle bir tablo çıkacaktı: 1930'ları geçmeyen bol negatif tarihi tespitlerin yapıldığı, cumhuriyetin nasıl önemli bir kırılma olduğu, laik devletin ve Batı bloğunda kalmanın kazanımları, doğu ile asgari düzeye inmiş siyasi, iktisadi ve sosyal ilişkiler düzeyi, radikal İslam tehdidi, Körfez savaşında hızla batılı koalisyonun parçası olan ve hiçbir "Arap sorunuyla" organik ilişkisi bulunmayan bir Türkiye'den bahsediyor olacaktık.
20 yıl sonra ise neredeyse bütün tablo baştan aşağı değişmiş durumda. Bugün yine, Arap dünyasını konuşurken tarih önemli bir araç konumunda. Ama bu sefer, tarih, bir mesafeyi ispatlamak için değil, kardeşlik ve ortaklığın sağlam kaynaklarına vurgu yapmak, "biz" zamirini anlamlandırmak için kullanılıyor. Cumhuriyet, bir sıfırdan başlama değil, devamlılığın bir durağı olarak ele alınıyor. Irak'ın işgaline ortak olmayan Türkiye, artık "İslami tehdit, laiklik" tartışmalarıyla değil "Türk modeliyle" gündemi işgal ediyor. Filistin meselesi, mesafe konulan bir "Arap sorunu" olmaktan çoktan çıkıp, Türkiye'nin bütün toplumsal ve siyasal kesimlerini bir araya getiren bir iç gündem olarak ele alınır oldu. "Arap sorunlarına" mesafeli Türkiye'den, Suriye muhalefetine ev sahipliği yapan bir Türkiye'ye evrildik.
Hâsılı kelam, on yıl gibi kısa bir sürede, 70-80 yılda batıda icat edilip Türkiye semalarına salınan "doğuya mesafe" balonu patlamakla kalmadı, yerini doğuyla oldukça güçlü ilişkiler ve kapasite inşasına bıraktı. Komşularla sıfır sorun yaklaşımı, Skyes-Picot'un 100. yılında, Türkiye açısından halklar nezdinde büyük ölçüde başarılı bir tasfiyeye tabi tutuldu. Bundan sonraki sürecin tasfiye olması kaçınılmazdır.
Kapasite ve maliyet
Hal bu iken, Türkiye'nin gücü ve kapasitesi, ne son Baas çete devletinin bir Türk uçağını düşürmesi, ne de Türkiye'nin düşmanca tavra vereceği askeri misilleme bağlamında test edilebilir. Önümüzdeki günlerde Türkiye, Suriye'ye askeri bir cevap ile düşürülen uçağın misliyle bir tahribat sağlasa ne yapmış olacaktır? Türkiye sadece müdafaa değil aynı zamanda da taarruz kabiliyetine sahip bir güç olduğunu gösterecektir. Böyle bir durumda, Türkiye'ye dair yaygın "güç ve kapasite" analizleri nereye oturacaktır?
Türkiye'nin göz ardı edilmeyecek terörden dolayı bölgemizdeki en aktif orduya sahip olduğu ortadadır. Bu gücünü kullanıp kullanmaması bir kapasite sorunsalından çok maliyet analizi sorunudur. ABD, Irak ve Afganistan'da benzer bir maliyet analizi yanlışı üzerinden Ortadoğu'daki hegemonik gücünden yeni güçler dengesini kabullenmeye giden bir seyir izlemek zorunda kalmıştı. Mesele gücün kapasitesi değil, mezkûr gücü kullandıktan sonra toplam kapasitenin gücünün ne olacağıdır. Türkiye bu basit ama temel soruya doğru cevap vermeye devam ettiği sürece, son bir haftadır zuhur eden "güç-kapasite" tartışmaları da boşa çıkmaya devam edecektir.
Türkiye'nin Ortadoğu'daki kapasitesini ve gücünü, yaşanan sorunlarda ve değişimlerde nasıl ve ne kadar müdahil olabildiğine bakarak anlamaya çalışmak ufuk açıcı olacaktır. Türkiye bölgemizdeki sorunların neredeyse tamamında karar alıcılar arasında yerini almayı başarmıştır.
Aşağıdaki fotoğraf, Mısır cumhurbaşkanlığı seçimlerinde önemli bir aday olan Abdulmünim Ebul Futuh'un kampanyasında korsan olarak kullandığı bir afiştir. Kısaca "Ben Mısırlı olsaydım, Futuh'a oy verirdim" demektedir. Ortadoğu jeopolitiğinin kalbi olan Mısır'da bu şekilde arzı endam eden Türkiye'nin "kapasitesi" dünyanın henüz; Türkiye'nin ise yıllardır tanıdığı yeni aktörlerin elinde şekillenmektedir. Tasfiye döneminde, halkların talepleri karşısında meşru bir çizgiye oturmayı başaran Türkiye, hem kapasitesini hem de gücünü artırmaya en çok aday olan ülkedir.
Bu yazı bir Türkiye güzellemesi de değildir. Türkiye küresel anlamda güçlenen, bölgesel anlamda ise güçlü olan bir ülkedir. Sadece bu basit gerçeğin altını çizme çabasıdır. Benzer şekilde Türkiye'nin zayıflıkları ve kapasite eksiklikleri de ancak bu basit gerçeği idrak edenler tarafından takviye edilebilir. Geriye kalan zevat hala batıda üretilen komploları bir yerli oryantalizm tadında tüketmeye devam edebilirler.