Siyaset felsefecileri ile siyaset teorisyenlerinin perspektifleri arasında ciddi bir fark vardır. Felsefeciler, var olan gerçekliklerle fazlaca ilgilenmeden kendileri için iyi ve doğru olan siyasî yapının peşinde koşarlar. Buna karşılık siyaset teorisyenleri, yeni bir dünya önerirken mevcut durumun temel gerçeklerini esas alırlar. Bu bakımdan siyaset teorisi, içinde bulunulan şartları verili kabul ederek olan ve olması gereken arasında bir denge oluşturmaya çalışır. Siyaset teorisyenin başarısı, kendi düşünceleriyle dönemin siyasî gerçeklerinin belirli oranlarda bağdaşmasıyla ortaya çıkar. Ancak bu süreç, teorisyenin kendi yaklaşımını döneme ve şartlara uyarlayabilmesi ve gerektiğinde değiştirebilmesiyle ilerler. Dolayısıyla bu tür bir teorik perspektifte her zaman mutlak bir tutarlılık aranması gerekmez. Somut sorun ve ihtiyaçlar, bazı durumlarda ilkesel tutumun önüne geçebilir. Türk modernleşme tarihinde ortaya çıkan sorunlar, acil çözüm önerileri üretilmesini beraberinde getirdi. Böylece tüm entelektüel kaygıların merkezine beka sorunu yerleşti ve bunun dışındaki her şey ikinci plana atıldı.
Geride bıraktığımız 25 Ekim 2024 günü Ziya Gökalp'in vefatının yüzüncü yıldönümüydü. Ziya Gökalp, İttihat ve Terakki'den Cumhuriyete intikal eden düşünce geleneğinin muhtemelen en önemli temsilcisidir. Bu bakımdan İkinci Meşruiyetten vefat ettiği 1924 yılına kadar Gökalp'in düşünce hayatımızdaki en öne çıkan isim olduğunu söylemek yanlış olmaz. Bu durum, düşüncelerinin gücünden daha çok dönemin şartlarına paralel gitmesinden kaynaklanır. Kısacası teori ile pratik arasındaki ilişki Gökalp'in düşüncelerinde oldukça güçlüdür. Nitekim genelde sosyolog kimliğiyle ortaya çıkan Ziya Gökalp, Türkiye'de siyaset teorisyeni olarak kabul edilebilecek isimlerden birisidir. Elbette Gökalp'in ne ölçüde özgün bir düşünür olduğu kuşkuludur. Ancak imparatorluktan millî devlete geçiş sürecinde Gökalp'in temsil ettiği siyasî hareketlerin genel tezlerini gayet anlaşılır şekilde aktardığı görülür. Başka bir ifadeyle Ziya Gökalp'in "dönemin ruhu"nu çağdaşı diğer pek çok düşünürden daha iyi idrak ettiğini söylemek mümkündür.
Türkiye'nin modernleşme tarihi, tarihteki istisnai süreçlerden biridir. Gökalp, millî devletlerin yükseldiği bir dönemde milliyetçiliğin siyasî yapıyı bir arada tutmadaki işlevini gayet iyi fark etti. Buna ek olarak Gökalp'in dünya siyasetinin imparatorlukların çöküşü ve millî devletin güçlenmesi genel gidişini de pek çok çağdaşından daha iyi anladığı açıktır. Kültürel temelli bir millî kimlik anlayışının Türkiye şartlarında yorumunu yapan Gökalp, mümkün olan en çok sayıda insanı kapsayacak bir formül ortaya attı. "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" mottosuyla ifade edilen bu bütünleştirici projenin Türk modernleşmesinde ortaya çıkan farklı yaklaşımların telifi niteliğinde olduğu söylenebilir. Söz konusu ifade, özellikle İkinci Meşrutiyet döneminde beliren farklı yaklaşımların en geniş toplumsal tekabüliyet zeminine ulaşacak, bu yönüyle siyaset kurumu tarafından da rahatlıkla benimsenecek şekilde dile getirilmesidir. Gökalp, bu sentez aracılığıyla o dönemde bir bakıma kimsenin kolaylıkla itiraz edemeyeceği bir formül geliştirdi. Bu formül, dönemdeki farklı siyasî akımların toplumun vasatı tarafından rahatlıkla kabul edilebilecek genel bir özetini içeriyordu.
Türkleşmek, millî devletin oluşumu için ilk ve öncelikli şarttır. Burada Gökalp'in aslında milliyetçiliğin Batı toplumlarındaki gelişim sürecine paralel bir yaklaşım içinde olduğu görülür. İslamlaşma meselesine Gökalp daha araçsalcı yaklaşır. Durkheim'ın izinden giderek dinin toplumu bir arada tutma işlevi Gökalp tarafından da benimsenir. Muasırlaşmak ise siyasetin ve toplumun Batı ile entegrasyonunu ifade eder. Açıkça görüldüğü gibi Gökalp, dönemde ağır basan siyasî pozisyonların hiçbirinden uzaklaşma eğiliminde değildir. Bunların hepsini mezcederek mümkün olduğunca geniş kitlelere ulaşacak bir bileşeni ortaya koymaya gayret eder. Böylesi bir çabanın toplumsal tekabüliyet arzusunu yansıttığı anlaşılır.
Gökalp'in burada yaptığı hars ve medeniyet ayrımı aslında toplumun kendi kültürel kodlarından uzaklaşmaması anlamına gelir. Din de toplumun kültürel kodlarını oluşturan unsurlardan biridir. Bu durumun Tek Parti döneminde hâkim olan din politikalarından çok ayrı bir yerde durmadığı söylenebilir. Gökalp'in en önemli yeteneği, düşüncelerini içinde bulunulan siyasî iklimin gerçekleriyle uyumlu şekilde ve sarahatle ifade etmesidir. Bu bakımdan, Gökalp'in hem İttihat ve Terakki'nin hem de Cumhuriyetin ideoloğu olması tesadüf değildir.
İttihat ve Terakki'nin iktidar mücadelesi verdiği süreçte Gökalp, mensup olduğu hareketin siyasî muarızlarına karşı en güçlü argümanları geliştirebilmiştir. Cumhuriyetin millî devlete geçiş politikasının doğrudan Gökalp'in bu konumu, iki iktidar dönemindeki tarihsel süreklilik kadar dünyayı okuma becerisiyle yakından ilişkilidir. Osmanlı'nın son döneminde Gökalp, aslında İmparatorluğun son yıllarını yaşamakta olduğunun farkındaydı. Ancak "cumhuriyet" ifadesini telaffuz edemedi. Bu durum, muhtemelen Gökalp'in rejim değişikliğine yönelik isteksizliğinden çok dönemin şartlarında bunu mümkün görmemesinden kaynaklandı. 29 Ekim 1923'te Cumhuriyetin ilanından sonra Gökalp, yeni rejime kolaylıkla uyum sağladı. Erol Güngör'ün altını çizdiği gibi Gökalp'in 1923 yılında yayımlanan Türkçülüğün Esasları'nda Türkçülüğün dinî boyutunu ele alırken "din kitaplarının ve hutbelerle vaazların Türkçe olması"ndan bahsetmesi dikkat çekicidir ki zaten kısa bir süre sonra bu ideal hayata geçecektir. Buradan da anlaşılacağı gibi Gökalp bir kez daha genel gidişatı herkesten iyi anlama yeteneği gösteriyordu.
Ziya Gökalp, Cumhuriyetin ilk yıldönümünü bile görmedi. Eğer yaşasaydı ilerleyen dönemlerde nasıl bir siyasî pozisyon alacağı kesin şekilde söylenemez tabii ki. Ancak fikirlerindeki dönemsel farklılıklara bakıldığında Gökalp'in Tek Parti döneminde hayata geçirilen toplumsal değişim projelerinin karşısında duracağını söylemek için fazla işaret yok. Üstelik Gökalp'in seküler milliyetçiliği hatırlandığında izlenen laiklik politikalarının karşısında durmayacağı, hatta bunları destekleyeceği tahmin edilebilir. Dönem içinde yaşanan iktidar kavgalarının Gökalp'i nasıl bir sona sürükleyeceğini anlamak mümkün değil. Ancak her ne olursa olsun yaşanacakların tıpkı diğer bazı İttihatçıların akıbetleri gibi, fikrî değil, siyasî mülahazalardan kaynaklanacağı kolaylıkla öngörülebilir.
Gökalp'in Türk düşüncesinde istisnaî bir zekâ ve yetenek olduğu gerçektir. Ülkenin içinden geçtiği olağanüstü şartların kaçınılmaz şekilde Ziya Gökalp'i de etkilemesi gayet anlaşılır bir durum. Ziya Gökalp'in bir düşünce adamı olarak hem talihi hem de talihsizliği yaşadığı yılların ülke siyasetindeki en keskin viraj olmasıdır. Ülkenin beka mücadelesi içinde bulunduğu süreçte Gökalp, bir taraftan siyasî iktidarların ihtiyacına karşılık gelen argümanlar üreterek ideolog olarak öne çıktı. Ancak diğer taraftan da önceliğin bekada olması, düşünürün tam anlamıyla özgün sayılabilecek düşünceler geliştirmesini engelledi. Başka şartlar altında Gökalp'in evrensel manada bir düşünce adamı olabilecek potansiyele sahip olduğu söylenebilir. Fakat çökmekte olan bir imparatorluğun tüm aydınlar üzerinde doğurduğu etki, Gökalp'in de düşünce rotasını belirledi. "Geçiş dönemi" düşünürü olması kaçınılmaz nedeniyle Gökalp carî siyaseti etkilediği gibi yaşanan siyasî hadiselerden yoğun şekilde etkilendi de.