Türkiye kamuoyu iki haftadır Başbakan'ın 25 Ocak'ta katıldığı bir televizyon programında dile getirdiği "Putin'e söyledim. Alın bizi Şangay Beşlisine, AB'yi unutalım!" söylemini tartışıyor. Başbakan daha sonraki günlerde de sürdürdüğü açıklamalarla, bu sözlerin arkasındaki düşünce ve stratejiye dair epey ipucu sağladı. Cumhurbaşkanı ve AB Bakanı'nın da katılımıyla teyit edilen temel pozisyon, Şangay İşbirliği Örgütü'nün (ŞİÖ) AB'ye alternatif görülmediği ve AB'nin Türkiye için stratejik bir anlama sahip olmaya devam ettiği oldu. Dolayısıyla, Başbakan'ın açıklamalarına yansıyan tutumu, Türkiye'nin AB perspektifinden vazgeçtiğinin işareti olmaktan ziyade AB'nin Türkiye perspektifinde yaşanan muğlaklıktan duyulan rahatsızlık olarak okumak daha doğru olacaktır.
Ancak, Başbakan'ın AB ve Şangay çıkışı üzerine kamuoyunda dile getirilen görüşler, tartışmayı biraz daha derinleştirmeyi hak ediyor. Bu bağlamda, özellikle, AB'ye normatif temelde yaklaşan (liberal) kesimlerin Başbakan'ın kullandığı söylemi eleştirirken ortaya koydukları argümanlar, AB'nin bir nevi Türkiye'de siyasal bir ayraç işlevi gördüğünü göstermesi bakımında önemliydi.
Liberal perspektifin açmazları
AB/Avrupa meselesini normatif/kimliksel perspektifle okuyan liberal kesim, AB perspektifinin kaybolmasının demokratik konsolidasyon perspektifinin kaybolmasıyla eş anlamlı olacağı, AB'nin yayınladığı yıllık ilerleme raporlarının yarattığı siyasal baskının bu çıkışa sebebiyet verdiği ve son olarak da siyasal iradenin AB sürecine başından itibaren araçsal yaklaştığını iddia edip eleştirmektedir. Böyle bir okuma, önemli noktalara işaret etmekle beraber, AB'ye yüklediği misyon ve dayandığı siyasal rasyonalite açısından sorunlu bir çok unsuru barındırmaktadır.
AB'nin Türkiye'nin demokratik dönüşüm sürecinde oynadığı rol inkâr edilemez. Özellikle, 2002-2005 arasında, peş peşe Meclis'ten geçirilen reform paketlerinde ve atılan demokratikleşme adımlarında AB çıpasının etkisini görmezden gelmek mümkün değil. Fakat buradan yola çıkarak Türkiye'de demokratik konsolidasyonun gerçekleşmesinde en önemli payenin AB'ye verilmesi hem gerçeği yansıtmamakta hem de demokrasimizi kırılgan kılmaktadır.
Öncelikle, AB'nin bir ülke üzerindeki dönüştürücü etkisi en fazla adaylık dönemi sürecinde yaşanmaktadır. Aday ülke, üye ülkeye dönüştüğü anda AB'nin o ülke üzerindeki dönüştürücü etkisi, bu dönüşümü devam ettirecek mekanizmaların var olmaması nedeniyle sınırlı bir çerçeveye hapsolmaktadır. Macaristan'da iktidardaki Fidesz Partisi'ne bütün anti-demokratik uygulamalarına karşı herhangi bir yaptırımın uygulanamaması bu durumu ortaya koymaktadır. Bu da, AB'nin yardımcı rolünün teslimiyle beraber, demokratik konsolidasyonun ancak iç siyaset ve iç dinamiklerle gerçekleştiğini göstermektedir.
İkinci olarak, Başbakan'ın sözlerinin AB etkisinden bağımsız bir yönetme arayışına işaret ettiği iddiası, son 5-6 yıllık deneyimi göz ardı etmektedir. Son yıllarda, AB'nin yayınladığı yıllık raporlar Brüksel'deki ilgili bürokratlar ile bunların Ankara'daki muadilleri dışında çok sınırlı bir kesim tarafından takip edilmektedir. Fikirsel ve normatif olarak 150-200, kurumsal olarak da 60 yılı aşan Türkiye'nin Batı yönelimindeki süreklilik göz önünde bulundurulduğunda, toplum ve hükümetin siyasetini etkileme gücü gittikçe azalan raporların bu kadar köklü bir değişim (AB'den vazgeçerek Şangay'a girme) isteğine yol açtığı iddiası siyasal rasyonalitesi zayıf bir iddiadır.
AB'ye araçsal bakmak
Üçüncü olarak, AB sürecine araçsal bir çerçeveden yaklaşıldığı eleştirisi de sorunlu bir siyasal rasyonaliteye işaret etmektedir. Bir projenin devamı ancak onun araçsal değerinin devamıyla mümkün olabilir. Başka bir ifadeyle, hiçbir devlet araçsal çıkar görmediği bir projeye normatif gerekçelerle dahil olmaz. Bu durumun en bariz örneği AB'nin kendisidir. Sovyetler Birliği ve ABD gibi devler arasında anlamlı bir güç olmak ile kıtaya barışı hâkim kılmak amacına dayanan kuruluş gerekçesi, entegrasyonun büyük oranda ekonomi eksenli olması, bu projenin devamının Çin, ABD karşısında eşitliği sağlama mantığına dayandırılması AB'nin araçsal niteliğine işaret etmektedir. Başka bir ifadeyle, AB projesi araçsal öze normatif boyutlar eklenmesinden ibarettir.
Bu noktada, Türkiye'nin de AB'ye vesayetle mücadele ve demokratikleşme hamleleri için araçsal bir çerçeveden yaklaşması hem meşru hem de rasyonel bir siyasete işaret etmektedir. Dolayısıyla, mezkûr kesim, AB'nin araçsallaştırılmasına negatif bir anlam yüklemekten ziyade, AB ve NATO perspektiflerinin iç içe geçmişliğine, gümrük birliği ile AB'den gelen yatırımcının Türkiye ekonomisine sunduğu katkı ve AB ülkelerinde yaşayan 5 milyon Türkiye vatandaşına dikkat çekip AB ile yakın ilişkilerin araçsal temellerine işaret etmeleri siyaseten daha doğru bir argüman olacaktır.
Son olarak da, Türkiye'nin AB üyeliği ancak Türkiye'nin AB perspektifi ile AB'nin Türkiye perspektifinin örtüşmesiyle mümkün olabilir. Bu bağlamda, AB'nin içine girdiği kimlik arayışı, Türkiye'nin üyeliğinin önemli oranda medeniyet perspektifi içinde değerlendirilmesi ve son olarak da AB Komisyonu'nun hazırladığı 2014-2020 bütçesinde Türkiye'nin üyeliğine dair herhangi bir kaleme yer vermemesi, en azında orta vadede AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul etme perspektifine sahip olmadığını göstermektedir. AB'ye rağmen AB'ye üye olunmasının mümkün olmadığı bir ortamda da farklı bir ilişki tarzının geliştirilmesi gerekmektedir.
Bu bağlamda, AB ile yakın ilişkilerin Türkiye için ifade ettiği araçsal gerekçeler, bunun yanında, Türkiye'nin son yıllarda farklı coğrafyalarla geliştirdiği önemli siyasal, ekonomik ve kültürel bağlar; AB'nin içine girdiği kimlik arayışı, buna karşın Türkiye'nin kendi kimlik bileşenleriyle daha barışık bir ilişki kurmaya başlaması ve AB/Avrupa kavramlarının toplumsal algıda yaşadığı dönüşüm, ileride tam üyeliği dışlamayan kısmi bir üyelik formülünün tartışılmasını rasyonel bir girişim olarak ortaya koymaktadır.