Hangi dilde söylesek bunları?
Hacı Bektaş, Sarı Saltuk'u ışıklandırmadan önce Babailerin açlık isyanının kanla bastırılmasından sıyrıldığında delikanlıydı. Moğol ulumaları zamanıydı. Parfüm kokulu, fit, birkaç yabancı dil bilen ve metro-seksüel Yeni Moğol Robinsonlar henüz avdet etmemişlerdi. Oraya daha çağlar vardı...
***
Eğer Aşk Dili'yle konuşacak olursak; onlar hayatın tam merkezinde yer alan ve şaşaayı değil, paylaşmayı öneren, insanı kutsayan, Tanrı ile birey arasında irtibatı yeniden kuran birer Tevhid ehliydiler. Bir olma, bir, bütün olma diliyle hayatı yeniden tanımlayan bir muhtevaya sahiptiler.
İsyancı bir dildi kullandıkları. "72 millet birdir bize" diye seslenen bir dünya diliydi. Kendine, kendindeki yaratıcı nefse değil, bencil nefse isyan eden, öncesiz ve sonrasız olanla birleşmenin yollarını açan bir lisandı bu.
Yeni zamanların egoist cahiliyesine bir boykot!
Bundan 800 yıl önce, Ecnebi Robinsonların Orta Çağ falan dediği, Müslüman entelektüellerin insaflı oryantalistlerle birlikte İslam Rönesans'ı, Sufi Çağı, İslam'ın Altın Çağı adını verdikleri 13. yüzyılda Anadolu'ya, Yesevî dervişleriyle aynı zamanlarda gelen Endülüslü bir adam konuşmuş; tam 124 bin Tanrı elçisinden, peygamberden, nebiden akan derin hakikati, bütün dinlerin özünü, peygamberlerin peygamberini, vahdeti vücut denilen yüksek kafayı, o felsefeyi, zahiri ve bâtını, özü ve kabuğu, herkese açık edilmemiş gizli bilgiyi meraklısına bütün açıklığıyla faş etmiş, sonra da çekip gitmişti.
"Bir kimse kendi hakikatine arif ise hiçbir itikat onu bağlamaz. Kendini başkasıyla kıyaslama çünkü senden başkası yok!"
Ham sofular tarafından zındık ilan edilmişti. Adı Muhiddin İbn Arabi'ydi. Lâkabı şeyh-ül ekber, şeyhlerin şeyhi. Ya da her ortamda anlaşılsın diye konuşursak bilgeler bilgesi Muhiddin Baba...
İlahi bilgi yayıldığında toprakta çiçekler açtı, ekinler fışkırdı, pınarlar aktı.
İrfanın, ilmin ve de tasavvufun altın çağı olan 8-13-15. asırlar arasında Cezeri, tahta, iplik ve de makaralarla ilk robotu yapmıştı. Bütün coğrafyaların, bütün meşreplerin hürmetine layık İmam Caferi Sadık'ın öğrencisi Cabir Bin Hayyan gibi dehalar, Biruni, Kindi, İbn Sina ve Farabi gibi filozof bilgeler, mikroskobu, müzik tedavisini, narkozla cerrahi müdahaleyi, genetik fikrini, optik kanunları, merceği ve canlı organizmaların üretilebileceğini keşfettiler.
Geometri, sıfır sayısı ve bugünkü bilgisayar yazılımının kökü bilinmişti. Küt kafalar; "Meleklerin bacaklarını röntgenliyorlar bunnaaar!" diyene kadar astronomi bilimi uçmuş, mikrobu bilen eserlerle tıp ilerlemiş, kâğıt keşfedilmiş, el yazması kitaplar şahane bir sanat eseri olarak hatla, tezhiple, minyatürle, gravürle bezenmiş; o yüzyıllara işte böyle debdebeli ilerlemelerle, devrim gibi devrimlerle gelinmişti.
***
Haçlıların katliamları bir yana, Moğol sürüleri aman vermez çekirgeler gibi Anadolu nâmındaki mümbit araziyi kan içinde bırakarak tarumar ederken, bu ermişler ümmetin koluna girdiler. Dağılma raddesindeki milleti toplayan, o olağanüstü irfanî felsefeyi yayarak birlik şuurunu yenileyen tasavvuf yolundaki Anadolu bilgeleri olmasaydı durum gerçekten de fecaatti.
O yaralı vakitlerin derinleri; Ahmet Gazali, Hacı Bektaş, Ahi Evran, Nasreddin Hoca, Somuncu Baba, Hacı Bayram, Mevlâna, Şems ve Yunus Emre, yaralı İslam insanını aşk diniyle birbirine yapıştırdılar, bağladılar.
Baba İlyas gibi serdengeçtiler eleştirileriyle aynı büyük düşünceyi yenilemek istediler...
***
Öyle bir çağ idi ki Anadolu'da elini sallasan insan-ı kâmile çarpıyor, sağanak hâlinde gizemli bir rahmet yağıyordu. Osmanlı işte bu bilincin üstüne geldi. Gazi derviş denilen Alperenler, Abdal Musa gibi âlim savaşçılar irfan ehliydiler, Sufiydiler. Kurucu düşünür Ahi Evran da müridi Şeyh Edebali de Bâciyân-ı Rum denilen Anadolu'nun kadın dervişleri de öyle. İktidar savaşlarından, Kerbelâ katliamlarından zayıf düşen İslam düşüncesinin yeniden bir insanlık medeniyeti mertebesine yükselmesi ancak 13. asır bilgeliğine sarınmasıyla oldu...
Meraklısına:
"NasReddin-Bana Damdan Düşeni Getirin" romanımdan alındı...