Bir dağ başında ulu bir çınara, Hünkâr adıyla maruf bilgeye, Hacı Bektaş Veli'ye rastlamıştı. Hünkâr, "İlim mi istersin, kilim mi istersin evlat?" diye sormuş; bizim uyanık, "Ne ilmi ya, kilim tabii!" demiş; bir kamyonet el dokuması kilimi almış, onu satmış, borsaya yatırmış, deli para yapmış, parayı da seksapel influencer'larla âlemlerde yemiş bitirmişti.
***
Aklı bir karış havada olunca, hayat felsefesi de sâfi lâklâka olunca, hayat denen kördüğümden çıkış yolunu gösterecek anlamlı bir idrak durumu da nakıs olunca, elinde kalan ıskarta bir hayatla kendini bir kere daha metruk ve yalnız bulmuştu. Buruşuk boş bir çuval hâlinde bir köprü altında geceliyor, rüyasında bile uçurumlardan düşüyordu...
Bir akşamüstü karşısına 68 model el yapımı BMV bir motosiklet ile bandanasakal, motorcu kılığında
Nasreddin Hoca çıkmaz mı? Çıkıp, "N'aptın müdür?" diye sormaz mı?
"Ne yapacağım, gene batırdım be usta!"
"Belli... Oğlum seni nerelerden tutup çıkartıyoruz, mutlaka bir delik bulup gene düşüyorsun. Ne yapacağız seninle bilmem ki?"
Adam boynunu eğdi, hakikaten çok utanmıştı.
Hoca, cebinden gazete kâğıdına sarılmış bir paket çıkarttı, önüne koydu.
"Al bunu, bir de bak sana söylüyorum, benim hakkımda bir daha öyle abuk sabuk şeyler yazma. Görmeyeyim!
Çünkü bilirim sen buradan kurtulursun, bitin kanlanır, başlarsın gene o manyak manyak işlere...
Asıl mevzuya gelelim:
Şu üç şeyi bil. Güvenilir ol, ahali senden emin olsun. Samimiyetini test et. Riyadan kaçın. Ne olduğunu kim olduğunu pratiğinde, hayatında göster. Lafta kalma. Bu üç şeyi unutma..."
Nasreddin lafını bitirir bitirmez pıt diye sabun köpüğü misali ortadan yok oldu. Bizimki, berduşların olmazsa olmazı, parmaksız eldivenlerinden fırlamış kirli paslı parmakları titreyerek paketi açmaya çalıştı. Ortaya eflatun renginde kadife bir kutu çıktı. Kutuyu itinayla açtı. İçinde sarı bir kâğıtta, "Bütün sesleri dinle, en güzeline uy," yazıyordu.
Arapça bir yazıydı ama nasılsa okumuştu işte! Kafasında, eski bir şiirden aklında kalan "Kün demeden olmak ne mümkün," cümlesi dolandı. Kâğıdın arkasını çevirdi, orada da el yazısı bir Türkçeyle, "Kubbeyi takip et!" yazıyordu.
***
Gazete parçasını tam buruşturup atacaktı ki ilginç bir haber gözüne çarptı. Okunabilen kısmına baktığında idrakindeki ampul yandı:
"Sarı Saltuk, Akşehir'e gider, Hoca'ya misafir olur. Hoca altın ve gümüş kaplarla yemek verir. Sarı Saltuk bir ara, 'Acaba bunlar babasından miras mı kaldı?' diye düşünürken Hoca saniyede Saltuk'un aklından geçeni sezer ve 'Evet, hepsi babadan kalma,' der. Ve devamla, 'Benim sadece üç malım vardır pirim, onlarla geldim, onlarla giderim...'
Sarı Saltuk, 'Onlar nedir muhterem?' diye sorunca da Hoca, 'Bir ağaç ile iki yumurtadır işte!' diye gülümser. Sarı Saltuk, 'Bu kadar olgun adam boş söz söylemez. Bu söz şüphesiz bir remiz, bir mecaz, acaba nedir?' diye kıpırdanırken, Nasreddin, 'Fazla kafanı yorma başkan, bu üç şeyle; inancı, amel denen pratiği ve samimiyeti kastettim, en kalını samimiyettir!' der..."
Böyle yazıyordu. Kâğıdı katlayıp çantasına koydu. Şimdi o üç şeyi anlamıştı. Bu mevzuda asıl kasıt samimiyetti. En zor iş samimiyet. Esas nokta oydu...
***
Ayılır ayılmaz da yönünü kubbeli mabede çevirdi. Her tarafı ince ince Babür- Hint işlemeleriyle kaplı, mihrace pencereli, büyük bir küpe benzeyen binaya yaklaştığında, koca kubbeler elektrik akımına tutulmuş gibi şimşek renginde, tıpkı biraz önce gördüğü o göl gibi gümüşi parladı. Mekân, aşk için inşa edilen Tac Mahal'in tıpkısının aynısıydı! Ama terk edilmişti...
Etrafında kimsecikler yoktu. Camları kırılmış, sıvaları çatlamıştı. Açık kapısının uzak bir tarafında küçük, harap bir çeşme vardı. Çeşmenin orada, üstü başı toprak rengi, gözlerinin yerinde yara izleri bulunan bir âmâ çömelmişti. Adam öyle bir kamuflaj hâlindeydi ki bizimki onu ilk bakışta fark edemedi...
Meraklısına:
NasReddin-Bana Damdan Düşeni Getirin adındaki yeni romanımdan bir enstantane.