Türkiye'nin en iyi haber sitesi
CEM SANCAR

Bir ‘Yerleştirme’ hadisesi

Çağ, medya ve iş dünyası ile iyi ilişkiler kurma, gerekirse siyasete göz kaş etme, pazarlama, yani PİAR zamanı.
Ahmet Güneştekin bahsinde izlediğimiz gibi, her şeyi ama her şeyi kullanarak yükselme çağı.
Bu kimi zaman etnik kimlikle, kimi zaman 'Yaşar Kemal'in üvey oğluyum' şeklinde, kimi oryantalist bir koltukaltı, yeri geldiğinde politik söylemi yükseltmekle oluyor...
Yeterli sponsor bulunursa (New York Marlborough Gallery, Arçelik, Altınbaş Holding, Pilevneli Galeri vs.) seçkin entelijansiyaya, entelektüel sosyeteye şık seyahatler, konforlu konaklamalar, güzide yemekler, nadide partiler yaşatmak da olabiliyor...
Gerçek gazetecilerin yakından bildiği bir katakullidir bu.
Belli gazetecilere uçak bileti, beş yıldız otel filan rezerv edilir. Sonra o gazeteci dönüp methüsena yazılar döşenir...
Aslında buna bazı markaların etrafına gazeteci 'yerleştirme' ya da bir pazarlama geni olarak markasını yazara 'yerleştirme', bir tür kafa kol enstalasyonu da denebilir.

***


İşin sanat sektöründeki yerine gelirsek. Yerleştirme, enstalasyon demek.
19. yüzyılda endüstrileşmenin ve Batıcıl modernleşmenin etkisiyle sanat üretimindeki süreç değişti. Endüstri ürünleri izleyicinin sanat yapıtına bakış açısını da yönlendirdi.
Enstalasyon bir kavram olarak, sanat diye bildiğimiz konunun sınırlarını aştı, birtakım kavramsal zamazingolara neden oldu.
Gündelik sıradan bir nesnenin gerçek işlevinden kopartılarak, mesela pisuar çeşme tadında ters çevrilerek, nesneye başka anlamlar yüklendi.
Mesele şuydu: Kapitalist kâr hırsı, mezbele halinde nesneler üretti ve tüketici insan tipi bu meta bombardımanı altında kafayı yedi... İşte bu nesne kirliliği modern sanatçılar tarafından bir ifade aracı olarak kullanıldı. İnsan bedeni dahil her çeşit öteberi, soyut sanat gibi isimlerle bu pop-gösteriye dahil edildi...
Fakat şu da söylenmeli, bu soyutlama fikrî, düşündürücü işler de yaptı mı, yaptı...
Gündelik nesnelerle sanat dili oluşturan sanatçıların başında yer alan Duchamp misâl! Bir hırdavatçı dükkanından temin ettiği kürek, bisiklet tekeri, mutfak taburesi ve pisuar gibi malzemelerle yaptığı sergileme şaşırtıcı...
Ne var ki aynı zamanda bunlar, "Bu da mı sanat birader?" şeklinde sorgulanmasına da neden oldu...

***


Güneştekin'e dönersek rivayet muhtelif.
İranlı sanatçı Hossein Edalatkhah şöyle demiş:
"Contemporary İstanbul başladığı günden beri bu eserin (Ölümsüzlük Odası) benzerliği ile ilgili yüze yakın kişiden mesaj aldım. Galeri sahipleri, koleksiyonerler ve farklı ülkelerde yaşayan küratörler, herkes benim eserlerime olan büyük benzerlikten söz ediyor.
Elbette sanat dünyasında herkes herkesten esinlenebilir, ancak bu Ahmet Güneştekin'in hem renkler hem karolara yerleştirmelerle kurukafalar ve boynuzları kullanması biraz 'fazla' tesadüf..."
Kübra Par kardeşimiz, "Eleştiriler, Güneştekin'in doğrudan politik mesajlar veren, başka sanatçıların daha önce yaptığı eserleri fazlasıyla andıran, ticari kaygısı öne çıkan işler yapması olarak özetlenebilir.
Köşe yazıları, röportajlar, TV programları 'Ölümsüzlük Odası'nın nasıl da büyük, benzersiz, harika bir yapıt olduğunu vurgulayıp durdu. Sonra aslında Amerikalı sanatçı Jim Leedy'nin Sürrealizm ve Savaş sergisindeki çalışmalarına nasıl da benzediği ortaya çıkıverdi..." diyerekten davetlere gitmeyi bıraktığını yazmış...
Ayrıyeten sanat piyasasının loş koridorlarına kulak kabartıldığında
Tabutlar: Yoko Ono. Yanyana çemberler: Bernar Venet. Bisikletler: Tylur French. Meridyen ve paraleller: Victor Vasarely. İç içe Çemberler: Tadasuke Kuvayama'dan...
Alındığı da kışkırtıcı bir şekilde tartışılmış...

***


Burada esas olan, sanat kültür adına fiberglastan bir Konstantiniyye yazısını satın alan sanat piyasasının beyin çürüten mevcudiyetidir. O noktada, oyunu gerektiği gibi kuralsız oynayan ihtiraslı bireyler belki de görmezden gelinebilir.
Gelinebilir, çünkü asıl hadise başkadır. Çünkü asıl olay, vakti zamanında Müslüman siyasete yanaşan imgelerle kendine yol açan bir kurnazlık projesinin; güçlü iktisadi rüzgârlar estiğinde saniyede Beyaz Türk kanatlar takınarak, nasıl tabutlar üstünde yüksek topuklarla dans eden bir gösteriye dönüştüğüdür!
Affedersiniz ama tanık olduğumuz vaziyet, 'Cızlavet' lastik ayakkabılar klişesiyle zirve yapan şey, kaba ticaretin ötesinde, reklamlar, medya ve görüntüler aracılığıyla her şeyin sakil bir şova dönüşmüş olduğudur.
Bizler, sanat eleştirisinde her ne kadar bir kuraklık yaşasak da...
Bu şov, bu pervasız ticari histeri, yerini gudubet bir müzeye ve zincirinden boşalmış reklamcılığa bırakarak tamamen silinip gidecektir, diyen filozoflar bile vardır...

***


Meraklısına:
Jean Baudrillard, Kötülüğün Şeffaflığı: Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme'sinden ve Dilek Toluyağ'ın Dergipark. org.tr Enstalasyon makalesinden faydalandım.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA