Meczupları severim. Kenar köşede kendi halinde yaşayan tatlı delilerin hastasıyım. Çok şey öğrendim onlardan. Çok düğüm çözdüler bende...
İstanbul'da lodos başlayınca zatımda bir yalancı bahar havası temayül eder. Sanki bir aşk kapıyı çaldı çalacak, sanki gençliğimle karşılaşıp yeni baştan başlayacağım...
***
Onu diyorum, evveli gün dalgaların dövdüğü kıyılarda yürürken yine mübarek bir zata rast geldim. Eski bir tanıdıktı. Balık ağlarından kafasına bir sarık sarmış, ayağında potur, sırtında koca palto. Selam verdi:
"Ateşleyecek misin bi'şeyler?" 'Ateşlemek' şehir argosunda 'biraz para ver' anlamına gelir. Tamam dedim, bir yirmi kâğıt toka ettim. Birbirimizin ellerine dokunmadık tabii!
Sağlık Bakanlığının gurur verici rehberliğinde uyarılara uyumlu ve temkinliydik.
"Gel oturalım şu balıkçı barınağına!"
"Mümkün" dedi. Çift kaşarlı tost, olmazsa olmazıydı, önce hiç konuşmadan tostunu yedi. Birlikte martılara baktık...
***
Güneş şehre minarelerini okşayarak bakıyordu.
Radyoda
Zeki Müren "telgrafın direkleri semaya bakar" şarkısını söylüyordu. Etrafta birkaç olgun hanım trol haberlere kanmış gözlerine dek çıkan koca maskeleri takmış, bezin üstünden çay içmeye çalışıyorlardı.
Korona üstüne şizo-varlıklarda bir heyecan görülüyordu. Bıraksan mikroba tapacaklardı...
İnsanlık, diye düşündüm. Bakalım Allah'ın tabiat eliyle yaptığı uyarıların özünü anlayacak mıydı?
***
Bizimki, ikinci limonlu çayını içerken kaşlarının altından beni süzdü, "Nedir hâller?" diye sordu.
"Bildiğin gibi. Hayattır, şileplere binmiş geçiyor işte..." Bir süre tam önümüzden geçen paslı şilepleri izledik...
"Mutmain misin? İlhamın kokusunu aldın mı?"
"Burnumuzun kapasitesi kadar" diye cevap verdim.
Ellerini kavuşturdu, bana doğru eğildi: "Zaten hikmeti kapasitenden fazla alamazsın müdür, yorma kendini. Bir de kelimelere takılıp kal ilminde kalma. Biz hâl ilminden yürürüz. Milletin bizi garipsemesi ondandır, biz aşkla hâlleniriz."
"Zor işler" dedim "o aşk işleri..." Hiç duymamış gibi elindeki çay bardağına baktı, "geçende bi' hatun kişi gördüm örtülüydü, şehvet derya denizdi. Sonra açık bir kız gördüm, tekmil tesettürlüydü..." Onun konudan konuya atlamasına alışıktım.
Hiç ses çıkarmadım.
Rüzgâr sertlemiş, dalgakıranın içine karabataklar dolmuş, mekânın emektar köpeği etrafa vakarla bakınarak geçmişti.
Hakkını vererek yaş almış her mahlûkatta bir olgunluk, bir güzellik hasıl oluyordu...
"Asil köpek!" dedi bizimki ve gözlerini aniden açtı: "Balık çorbası yapsana: Anti-virüs! Yap bir çorba, Tekke çorbası olsun, içinde limonla kürek çekelim. Kereviz sapı ile mantar da kat içine. Taze soğan. Maydanozu unutma!"
"En kralını yaparım" dedim. "Dereotu da koyarım, bir de siyez unu, öyle daha kıvamlı olur..."
"Kıvam, latif kelime. İnsan dediğin, kıvamlıysa kâmil olur" demez mi?
Deli işte...
***
Sarığından paslı oltalar sarkıyordu. Tip olarak başlı başına bir mecazdı...
Eliyle dizine bir şaplak attı: "Aşkı takip et aşkı! Aklı boş ver. Akıl, anca bulsa bulsa evinin adresini bulur. Adresi avcuna yaz, aşkı bul!"
"Mecazi aşklar, beşeriyetteki aşk mevzuları iki seksen baba" diyerekten muhabbeti hafifletmek istedim.
"Problem o zaten. Menfaate, etin istek arzularına sevda dediğimiz an ışık gitti! Kalp ilminin kabloları kesilince böyle oldu. Kısa devre oldu..."
Ardından elini afacan bir çocuk edasıyla yumruk yapıp açtı kapadı: "Velhasıl, cesaretin var mı aşka? Asrın sorusu bu!"
"Soru tamam da o el hareketini yapmasaydın iyiydi" dedim.
Gülerek ayağa kalktı, "sen onu bunu bırak" heybesini omzuna attı, "cesaretin var mı aşka, onu söyle..."
***
Muhabbetin sonu gelmiş, akşam inmiş, sokakları kolonya seli basmıştı. İnsanlar makarnalarını alıp evlerine kapanmış, okullar tatil olmuş, meydanlar boşalmıştı. Gecede bulaşıcı bir endişe vardı.
Düşündüm:
Bu havada cesaretli olmak biraz sıkardı...