Midemizde bir 'yaz bitti' sendromu, başımızın üstünde sağanak.
Geliyor gelmekte olan.
Kimimiz hayat yolunda bin bir meşakkat içinde, kimimiz bitmez tükenmez aşk arayışlarının dar koridorlarında.
Kiminin cebi delik gönlü zengin, kiminde balya balya desteler ama yetersiz! Surat bir karış, memnuniyetsiz.
Fakat işte dünya bu, beşer bu, genel durum... Büyük açıdan kuşbakışı bakmak sükûnet veriyor, sıhhat veriyor yine de eşrefi mahlûkata.
Biz iyisi mi dönelim 'yaz bitti' mevzusuna.
Sonbahar bu şehrin en acayip mevsimi. Sakin, usul bir devrim. Bir dönüşüm, bir dönüş, giderek semah.
Yaratılmış olanın, varlığın hareketinde helezonik bir vaka.
Değişmeye başlayacağız. Bünyede kışa hazırlık. Torlak bir Mevlevi'nin tennuresinde yeni bir devrana doğru akıyoruz.
Yaz ölüyor, kış doğuyor, bu şarkı böyle sürüyor. Devridaim. Öyle bestelemiş büyük bestekâr.
Bana öyle geliyor ki her mevsim geçişi, belki mikro boyutta, 'Geçmiş geçmişte kaldı cancağazım' hadisesi...
***
Bir zaman, çok eski zaman. Evsiz kalmıştım sokaklarda, omzumda sade bir sırt çantası.
Bir yıl mı sürdü ne? Şimdi bir kaç ay gibi geliyor. Zaman geçtikçe bazı hatıralar ya uzuyor, ya da kısalıyor.
Neyse işte çantamda bir iki kitap, not defteri. Cebimde metelik. Tabanvay bir ilim ve bütün şehir benimdi.
Kışları zordu ancak, karda izde eski arkadaşların evlerini aramak.
Haydarpaşa istasyonunda ayakkabıları çaldırmadan sabahlamak.
Ama Eylül öyle mi ya? İlham verici serin hülyalar...
Uzun saçlı bir gençtim. Ortaköy'de kitap sattım, sigara böreği yaptım, sosyete pazarında Afrikalı kolyeler. Orda burda kaldım, hepsi başka bir sinema. Mafya gördüm, sapık gördüm, sokağın dibini gördüm.
Aynadaki, ego denen soytarıyı gördüm.
Düşenleri, kalkanları. Düşmez kalkmaz bir Allah'ı.
İyi insanlar da gördüm tabii. Kalbi sabah güneşi gibi ışıldayanı. Şefkati, dostluğu, adanmayı, fedakârlığı.
Ama az gördüm...
Bin hikâye dinledim, hepsi birbirinden mahzundu. Lakin gülerek anlatılmıştı.
Âdem Babalarla oturdum, garibanlar şunlar bunlar. Muhabbetlerine, seslerine, deryalarına bir sandal gibi atladım, geniş denizlere açıldım.
Şunu da demeliyim mamafih size, bir daha asla o kadar hafif, o kadar özgür olamadım! Kafam karışıktı, göğsümde fırtınalar. Hiçbir şeyim yoktu evet, ama kuş gibiydim.
Kaptanıydım kendimin.
Lafı uzattım biliyorum, konuya dönmek istiyorum: Eylül, öyle hür, milli piyangodan çıkan bir aydır daima bana. Gideceği bilinen bir sevgili.
İç burkan bir tat, dönülmez akşamın ufku! Son cümbüşün renkleri ve "Ya şevk içinde harab ol, ya aşk içinde gönül / Ya lale açmalıdır göğsümüzde yahud gül" hicranıyla Yahya Kemal. Efkârlı bir şenlik. Biraz da yağmur kokusu...
İstanbul, böyle bir sonbaharla sarılır, sarıldı işte insana. Onu diyorum:
Kızıla dönen yaprağın, minareden uçan kuşun hikâyesi böyle yazıldı alnımızın çatısına.
***
"Ne ölümler öldürdüm yok ettim aman, bu gurbet kuytularında belâyım aman" diye akıyor Minor Emprie. Son zamanlarda dinlediğim müzik grubu. Bizim çocuklar. Batıda, uzakta, Kanada'da, dünya müziği denen Anadolu...
Müzik beni oradan oraya atıyor.
Belki de diyorum, tekâmülün altın ilkesi, 'ölmeden ölmek' hep önümüzdeydi, gösterilmişti. Kördük, anca gördük.
'İşaretlerimizi yere göğe astık, baksana' diyen o ses.
'Ayetler gözümüzün önünde her an yeniden yağmakta, hadisler hadise olmakta' diyen o aksiseda...