Son Kitap insanla teke tek konuşuyordu. Kişi oradan gelen ilhamla kendiyle yüzleşiyor, hayatının kitabını yazıyordu.
İnsan buydu. Herkesin asıl işi buydu. Problemler kişisel veriliyordu. Hepimizin içinde bir 'İbrahim', bir de 'İsmail' vardı.
Evlat mı, kendisi mi kıymetliydi? Nefs mi, çoğul ihtiraslar mı? Yoksa varoluşun hakikatine varmanın, özgürleşmenin meşakkatli, uzun yolu mu? Hangisini seçecektik? Soru buydu. Bu soru bütün insanlara bir şekilde soruluyordu.
Ama nasıl olacaktı? Bu nasıl olacaktı? Şu benlik, şu kirpiklerine kurban olduğumuz evlat! Topraktan doğacak filizin bedeli bu muydu?
***
Modern bireyin arayış öyküsüne, o büyük yolculuğa gelirsek, belki şöyle yazabiliriz:
İnsan benliğine, benliğinin zümrüt parçasına, oğluna ve ruhunun bitmek tükenmek bilmeyen özlemlerine ve de elindeki bıçağa baktı.
Kalbini dinledi. Kalbi hâlâ vesveseler içinde çalkalanan bir denize benziyordu. Karışıktı.
Medeniyetin kesilen bilgi akışını, an'anesini, isimlerini unuttuğu iyi insanları, çocukluğunun o şefkatli, o ak, o neşe veren bulutlarını hatırladı.
Başını gökyüzüne, eflâtuna kaldırdı. "Anlamını unuttuğum kelimelerden, kalbini kırdığım nasihatten, kadrini kıymetini bilmediğim her türlü güzellikten özür diliyorum, affetsinler beni. Affet."
İçine doğru yaptığı yolculuktan, kendiyle yaptığı karşılaşmalardan, tanrılaştırdığı arzularıyla didişerek bugünlere gelmişti.
Kucağında teslimiyetle yatan çocuğa baktı. Yanaklarından, kollarından öpüp koklamak bağrına basmak istedi. Kendini tuttu. Söz vermişti, öğrenecekti, geri dönmeyecekti...
***
Herkesin kendi macerasıydı bu. Yüzleşme, nefsini bilme, rabbine gitme sınavıydı. Sert imtihandı.
'Kurban et' denmişti.
Aşk böyle bir şeydi ve bu bedel aşkın bedeliydi.
Kendini tanrı ilan etmişlerin arasından, kendine ve benzerlerine tapan insanların arasından çıkmış, uzun bir yol gelmişti. Hakikati arıyordu.
Mor dumanlı dağ başlarını muhteşem renklere boyayan kelimeler, sözlüklerde yer alması imkânsız bir kuvvetle yağıyordu.
İnsan, diri yeşil, billûr bir ırmak gibi duydu kendini. Varlıkların en şereflisi denmişti kendisine!
Âdeta beyninin bir tarafından bir tıpa açılmış, açılan delikten fışkıran galâksiler evrene yayılmış; kara deliklerle, ak delikler bir tespih gibi dizilip düzen olmuş, evrenler evrenlerin içine nakşedilmişti.
"Ey güzel Allah'ım, aydınlat bizi. Hayatımızı nurlandır. İdrakimizi kuvvetlendir."
Atmosfer, kişinin kötü zamanında telefona sarıldığında hep yanında, hep arkasında olacağını bildiği bir dostun yakınlığıyla dolmuştu.
İnsan, kendini güvende ve ter ü taze hissetti. Kalbinin yaylasından serin bir rüzgâr esmiş, iklim değişmiş, ıstırabın ve tasanın ateşi sönmüştü.
Kendi gerçeğinin peşine düşen erdemli insan, 'bilmek' ve 'aydınlanmak' için tam her şeyini feda edecekken, ona bir 'koç' gönderilmiş, sınavı geçmiş, nefsini yenmiş, eşyanın ardındaki hakikat yüzünü göstermişti. Bayram buydu!
Her imtihanın bir ödülü bir bayramı vardı...
Koçu kurban edecek, dersi unutmayacaktı. İnfak vaktinin, paylaşmanın, büyük ve bereketli bir sofra kurmanın, insanlığı ortak sofraya davet etmenin zamanıydı.
"Bu sükûnette karıştıkça karanlıkla ışık
Yürüyor, durmadan, insan ve hayalet karışık;
Kimi gökten, kimi yerden üşüşüp her kapıya,
Giriyor, birbiri ardınca, ilâhî yapıya..."
Kuşkanadı seher vakti, bayram namazına çağıran ezan, bize bunu söylüyordu...
***
Herkesin Kurban Bayramını tebrik ederim...
Şiir: Yahya Kemal-Süleymaniye'de Bayram Sabahı