Hakikatin peşinde güzelleşmeye çalışan bizim tayfanın, bir rehbere ihtiyacı var. Onu da söylemeli. Kafamız çok karışık zira ve kirliyiz her türlü bilgiyle. Gerekli gereksiz, şişmiş, boş, bir sürü şey... Harbi bir ermişe, bir yol göstericiye, bir bilgeye ihtiyacımız var bizim, işte tam da bundan.
Ama yok işte mürşidimiz be usta! Varmış bir zamanlar, öyle yazıyor kitaplar. İçinden infilak etmiş o adamlar çok önce... Şavktan volkanlar gibi saçılmışlar ortalığa, toprağa hikmetbereket olmuş, çimen, çiçek olmuşlar. Bazen şarkı, şiir, türkü, deyiş, Neşet Ertaş. İbn Arabi dersen beynimize çakan bir ışık, Yunus'ta dizlerimizi kesen melâmet olmuşlar...
Bana, "Sen n'apıyorsun peki orada?" diye sorarsan eğer, ben de sana: "Topluyorum işte dağılan ışık parçalarını" derim. "Mürşidi" derim, "Ben böyle yapıyorum kendi kendime" derim. Öyle derim...
***
Kasımpaşa'nın odun fırınlı çavdar ekmekleri sıcak. Tombili bir kadın gördüm. Topuklu ayakkabılarıyla yokuş çıkıyordu
İstiklal Caddesi'ne doğru. Ona on numara bir sekreterlik yakıştırdım. Zor bir işi vardı. Durmuyordu, nefes bile almıyordu. Ben daha adım atmadan, baktım tırıs tırıs tepede!
Hayat dedim usta, böyle bir şey: Bir hanımın azmi ve de topuklu ayakkabılarla yokuşta...
***
Bâtında, içerde, çekirdekte iyi şeyler olurken usta; zahirde, kabukta kötü şeyler... Sanki iç âlemlerde çalışmaya başlayan ilahî güzelliğe inat, dışarıda ölü sevici kızgın şeytanlar azgınlıkta... Biz 'ölüm değil, hayat vermeye gelmiş' fakat kalbi kan ağlayan insancıklara Allah kuvvet versin... Ne çok muhtacız buna.
***
Salaş bir çay ocağında Rumi'yi gördüm. Bahçeye tahta masaları taşıyordu. Oturdum, bir çay söyledim. Su böreğinden bir parça da ona ikram ettim. Almak istemedi. Oğlu hazırlık kursunda. Kendi ekmek derdinde. Güler yüzüne gül yerleştirmişti. Hiç konuşmadık. Gülüştük öyle. Yürüdüm gittim.
Burnumun üstünde bir peri kızı, havada yüksek bir şeyler vardı. Bir mevzuyu unutmuş gibiydim. Bir çöle peygambersiz düşmüş gibiydim. Bazı kelimeler yerinden oynamış, bazı sözler tutulmamıştı. Mevlâna orada, o parkta geride kaldı.
***
Balat'ta siyah beyaz filmlerden arta kalmış bir meyhanenin camına yüzümü dayadım. Beyaz masa örtüleri, duvarda soluk fotoğraflar ve
Mustafa Kemal. Saçları briyantinli eski tüfekler yumurtalı ıspanakla rakıyı almışlar, düşüncelere dalmışlardı. Geniş bir kadın, 80'lerden gülkurusu elbisesiyle, 'Clark' bıyıklı kırçıl bir
Ayhan Işık'la fısır fısır konuştu. Hüzzam bir şarkı duydum. Bir yerlerde bir bebek ağlıyordu. Hesaba itiraz edenlere 'nasıl uygun görürseniz' dendiğini kafadan yakıştırdım. Alnımın çatısından konserve bir sardalye balığı geçti. Şarkı değişti. Orada İstanbul, asla değişmeyen gizli köşeleriyle elimi sıktı, sırtımı sıvazladı, yanaklarımdan öptü...
Benim namıma Haliç, sokaklarını çamaşırdan bayraklarla donatmıştı. Küçük, iyi insanları karşılamacı olarak çıkartmıştı.
Balat'ta -sizi bilmemçocukluğuma benzeyen sokaklardan geçtim. 17 yaşımı, yani aslımı, o hassas, romantik delikanlıyı hayal meyal seçtim...
***
Sonra
Sabahattin Ali'yi andım. "Doğduğum günde yanmışım. Ben gene sana vurgunum. Yalnız gitmekten yorgunum" demiş. Çok özel bir adammış. Düşündüm. Biz de bir üfüldeme gibi geçiyoruz hayattan. Vurgun ve de yorgun. Yüreğimiz hep ağzımızda, midemizde bir sızı.
Sezmek diyorum usta, keşif de diyebilirsin sen buna. Sezgi, denize doğru konuşmaktır mesela.
Kimse olmasa da etrafta...