Türkiye'nin en iyi haber sitesi
CEM SANCAR

Deli mi, yoksa veli mi?

Bir zamanlar Beykoz'da bir meczupla tanışmıştım. Sıkı sohbet etmiştik kendisiyle. Başına eski bir ağdan sarık sarmıştı, ayağında 1. Dünya Savaşı'ndan kalma asker poturu vardı. Sarığından oltalar, zokalar sarkıyordu.

***

Geçen gün Üsküdar Salacak'ta deniz kıyısında yürüyor, oturacak serin bir kafe arıyordum. Düşünecek şeylerim vardı. Bir de fena çaykoliktim.
Krizim gelmişti.
Harem'in oralarda arkamdan bir ses işittim: "Hişt başkan, söylesene çift kaşarlı şuradan!" Döndüm baktım bizim adam! Aynı şekil başında sarık, sakal filan bakımlı, omzuna çuvaldan çapraz asılmış heybe.
Yakasız, dizlerde bir gömlek...
İster istemez güldüm, "Selam baba, ne yapıyorsun buralarda?" "Ne yapacağım kuşkonmaza geldim.
Oradan dedeye uğrayacağım.
Gelsin demiş, iki lafın belini kıralım.
Kıramadım, severim, geldim." Kuşkonmaz dediği Şemsi Paşa Camii'ydi, lakin 'dedeyi' çıkaramamıştım.
Sanki düşüncelerimi okumuş gibi, "Ne çıkaramayacaksın kardeşim, Aziz Mahmut Hüdâyi Efendi hazretleri işte!" dedi.
"Demek aranızda muhabbet derin ha?" "Soru mu bu? Muhabbeti olmayana evliya denir mi?" "Gel oturalım şuraya" dedim. "Çay filan da içeriz." "Benim tost iki, çay büyük olsun.
Bir de varsa 20'lik ateşle, lazım olur ilerde." Bir masaya çöktük. Çökmesine de etrafın dikkati üstümüzdeydi. Bende cavlak kafa, onda çuval, sarık falan.
"Nasıl gidiyor görüşmeyeli?" diyerekten boş verdim etrafı.
"Gelişine yaşıyorum" dedi.
"Bana doğru gelen topu göğsümde yumuşatıp istop etmeyi bilirim. Top ayağımın altındayken durup şöyle bir etrafa bakmanın faydasına inanırım.
Ammaa, aslında topun gelişine vurmayı severim ben be başkan! Fazla hesap yapmadan, salisede...
İşte o salise var ya, işte o an sen ne kadar olmuşsan, idrak kabını ne kadar doldurmuşsan onu belli edersin! Attığın top avut olmuşsa, sen 'olmamışsındır', eksiksindir. Gol olmuşsa, Allah'tandır, senden değil. Hayata böyle bakarım. Gelişine yaşarım..." Dedim, "İstanbul seçimine ne diyorsun, öyle gelişine?" "Ötekinde kafa yerinde değil" dedi.
Yüzümdeki soru işaretini görünce devam etti.
"Piizci'lerde kafa kilitlenince 'öpüjem' hadisesi olur ya hani. Bu da önüne gelene aynı hadise. Yalan dolan.
Bana gelse, fena olur yeminle. Ne öyle şapır şupur? Adam dediğin düz durur...
Onun için evvelemirde şehri ehline vereceksin usta. Ali bey tamamdır..." Boş bulundum 'Ali bey kim?' diye sordum. Güldü: "Bin Ali Bey işte!" Kaş ile göz arasında iki tostu lüpletmişti.
Sakalını sıvazladı; "Sen ne yapıyorsun buralarda, Necip Fazıl gibi kendini mi arıyorsun kaldırımlarda?" "Bir roman var kafamda, ona çalışıyorum." "Beni de yaz arada, iyi gelirim insan evladına." Çaylar tazelendi...
"Baba bu başındaki nedir ya, kusura bakma ama!" diye dayanamadım, patladım.
"Ne zaman soracaksın diye bekliyordum.
Meraklıdır senin gibiler. Bak şimdi dinle:
Tevhid, 'adres tektir' demektir. E bunu biliyorsun. İşte o güzel adresin oltasına tutuldum. Tutulduğum ağa aşık oldum. Aldım başıma koydum, mevzu bu... O değil de, yuttun mu sen de zokayı?" 'Ne zokası' diye soracaktım kendimi frenledim, bu kez tuzağa düşmeyecektim.
O kadar da saf değildim yani.
Vedalaşırken gözlerinin ta ortasından tebessüm etti. "Darlanma, zokayı yutmayana adam denmez itikadımızca" dedi.
Yürürken döndüm, arkama baktım.
Sarığından olta uçları sarkıyordu. "Bana bu âlemde seyyah derler, Hıdır Olta da derler" demişti.
Ağzımda bir zoka tadı kalmıştı...

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA