İstanbul'un seçimini düşünüyorum.
Nedense aklıma anneannemin kilitli sandığı geliyor. İçinde Hayat, Ses dergileri. Dergilerde kara başlıklar ve hüzünlü bir adamın boynu bükük fotoğrafları. Bir İstanbul beyefendisinin işkence görmüş hâli.
Ona hakaret eden engizisyon yargıçlarının karşısında edebini bozmadan kendini savunmaya çalışan hicranlı gözler.
Sonra çatılmış direklerde beyaz 'entarisiyle' sallanan bir insan. Nasıl korkmuştum ilk keşfettiğimde! Korku filmi bu değilse, neydi?
Sonra evdeki kadınların, eylül günlerinde perdeleri kapatıp Kur'an okumaları, ak tülbentlere sarılıp ağlamaları ve ara ara bir ismi telaffuz etmeleri: Adnan Menderes!
Dedem Efendi, Gazi Mustafa Kemal'in ilk mektupçu, ilk vali vekillerinden biriydi. 1938'e kadar her şeyin tanığıydı. O yıl böbrek yetmezliğinden ölmüştü. Sorbonne 4. sınıf terkti. Savaş yüzünden ülkeye dönmüş, her cephede savaşmış, sağ kalmış, kurucu cumhuriyette görev almıştı...
2. Dünya Savaşı yıllarında bir türlü bağlanamayan emekli maaşı yüzünden ailemin hatun kişileri evde ilaç kutusu katlamış, anam daktilo kursuna gidip memuriyete girmişti. Zor zanaat onca yıl geçirmişlerdi. Vali ailesi demeye bin şahit lazımdı. Zaten en evvelinden servetlerini Mora Yarımadası'nda bırakmışlar, Anadolu'ya çırılçıplak dönmüşlerdi.
Dedem, vekâleti sırasında cumhuriyetin idealist bir yöneticisi olarak davranmış, mal mülk edinmemiş, Ankara'ya çağrılmış ancak o milletvekili olmayı istememişti. Zaten Geylani soyundan geliyordu, hayat hakkında büyük ihtimal bildiği şeyler vardı.
Mamafih anneannem -belli belirsiz bir gerdan hareketiyle- olayı şöyle anlatırdı: "Orada balolar var. Ata kadınları dansa kaldırıyor. Deden dedi ki, benim karım güzel, karımı kıskanırım ve onun başkalarıyla dans etmesine, öyle giyinmesine izin veremem. İzin vermezsem kötü olur. En iyisi uzak olmak..."
Menderes'in ailesini, şahsını Aydın'dan tanıyorlar ve seviyorlardı. Demokrat Partili olmuşlardı.
Annem, "Hürriyet istedik evladım, başımıza gelmeyen kalmadı" diye açıklamıştı.
Darbeden sonra ihbar edilmiş, Ankara'da Albay Alpaslan Türkeş'in karşısına çıkarılmış. Sivas'ta mı ne İsmet İnönü'nün heykeline yumurta atmakla suçlanmış ve o şehirlere hiç gitmediği anlaşılınca da serbest bırakılmıştı.
Başbakan asılmış, altın mücevher toplanmış, darbecilere evler yapılmış, bazı yüzükler bazı general eşlerinin parmaklarında görülmüştü.
Anam memuriyete döndüğünde bugün 'mobing' denen şeyin kralını görmüştü! Daktilosuna dökülen çaylar, yanından geçerken edilen küfürler, bütün işin ona yığılması filan. Yobaz denememişti çünkü anam uzun boylu, açık saçlı, vakur bir Balkan kadınıydı.
CHP'lilerin azgınlığı öyle noktalara varmıştı ki, o da deli raporu alıp malulen emekli olmuştu. Başka çaresi yoktu!
Sonra devlet okullarındaki resmi ideolojinin baskılamasıyla o vahşi darbenin 'bayram' diye kutlandığına tanık olmuştum. Aziz Nesin gibi dönemin bütün Batıcı- Solcu aydınları tarafından alkışlarla karşılanan toplumsal kıyımın adına 'devrim' denmişti.
Hem de 'demokrasi devrimi!'
Anneannem "Burada siyaset kelle koltukta yapılır, bunu unutma!" demişti.
O bilge kadının ne dediğini tam anlamak için:
Darbeler arasında bir ömür geçirmem...
Ve nihayet sonunda 15 Temmuz Direnişi'yle, kelleyi koltuğunun altına almış o cesur yüreklerle tanışmam icap edecekti...