Kurumsal İletişim sorumlusu sevgili Fecir Alptekin olanca maharetiyle bu seneki Antalya Film Festivalini de kotarınca iş bizim oraya gitmemize kaldı.
Daveti alınca sorup soruşturdum. Geçen sene aristokrat görünüşlü, soğuk duran, mesafeli ama konuşup kaynaşınca o düzeyde bir stardan beklenmeyecek kertede yakın ve sıcak olan Catherine Deneuve vardı. Bu sene Andie MacDowell ve Audrey Tautou gelecek dedi. Gene bu yaz bir daha izlediğim Geyik Avcısı (Deer Hunter) filminde zayıf adamı oynayan John Savage ve Richard Hamilton'dan da bahsetti ama bu iki kadın yıldız oradayken diğerlerini ne yapayım diye düşündüm.
Açılış gecesinde sahne ve mekan çok güzeldi. Antalya Belediye Başkanı Menderes Türel EXPO için devasa bir alanda yeni kongre merkezi inşa etmiş. Sahne onun içinde. Çok etkileyiciydi. Keşke vaktim olsaydı, o alanı biraz daha gezebilseydim.
Neticede festival açıldı ve akşam yıldızlarla yemeğe gittik.
Öğleden sonra bir lokantada biz kendi başımıza yemek yerken arka masada 'yıldızları' gördük. Hepsi bir arada yiyip içiyordu. Bir kere daha anladım ki, sinema yıldızı sinemada etkileyicidir. Hele Amerikan starları büsbütün öyle.
PROLETER GÖRÜNÜMLÜ
Akşam da tören alanında Andie MacDowell ile karşılaştık. Kalın, gür saçlarıyla güzeldi. Onun Sex, Lies and Videotapes filmi bir zamanlar en sevdiğim 10 filmden biriydi. Sonra eskidi, unuttum. Tanıştık. Gayet alçakgönüllüydü. Galiba biraz da herkese iyi davranmak, herkese hoş görünmek istiyorlar. Hele bizim Türk konukseverliği karşısında. Yasemin'in elbisesine neredeyse saldırdı. Türk tasarımı olduğunu söyleyince, aman dedi, İstanbul'a gidiyorum, alışveriş yapayım.
Tören bitti, yemeğe gittik. Bir hayli kalabalıktık. Masaların tanziminde zorluklar çekildi. Yıldızlar önceden gidip oturmuştu. Biz neden sonra varabildik. Ama... Audrey Tautou ile karşı karşıya yemek yemeğe başladık. (Geçen sene kimin ne yiyip içtiğini, üstelik de fotoğraflarla birlikte yayımlayan, tartışan ama bir yandan özgürlüklerden falan söz eden, öylelikle de ayıp eden Cumhuriyet gazetesindeki meraklı dostlarımız hiç zahmet etmesin ben söyleyeyim, yemekte beyaz şarap içildi. Casusluk/ispiyonluk yapmalarına hiç gerek yoktu, sorsalardı geçen yıl da söylerdim.)
Catherine Deneuve'ün aristokratlığına mukabil, Tautou burjuva bile değil neredeyse proleter görüntülü. O kadar komplekssiz, o kadar alçakgönüllü, o kadar içten. Bir o kadar da hareketli, heyecanlı, durduğu yerde duramayan bir tip. Üstelik, tanıdığım, dünyanın diğer gelmiş geçmiş en güzel yıldızları gibi o da dokunsan kırılıp dağılacak bir biblo kadar ufak tefek.
İstanbul'a gelmiş. Büyük bir samimiyetle ve her defasında gerçekten coşarak İstanbul'un yeryüzünde ne sevdiği şehir olduğunu belirtti. Boğaz'ın kıyısında dururken iki kıtanın birleşmesini (veya ayrışmasını) bütün boyutlarıyla duymuş. Kenti gezince karşılaştığı mimariden çok etkilenmiş, bu 'derin Fransa'nın' Beaumont'unda doğup Montluçon'unda eğitilen oyuncu. Evet, büyük mimar Le Corbusier de gelmişti İstanbul'a ve Pera'nın değil Boğaziçi'nin mimarisine hayran olmuştu. Oynadığı Amelie rolüyle dünyayı peşine takan Tautou ise kentin kent mimarisini benimsemiş. O mimari kendi Fransızlığına yeni bir ufuk açmış.
O gece gökyüzünde müthiş bir mehtap vardı. Aslında ucundan bir yonga gitmişti. Gene de çok güzeldi. Büyük Antalya denizi aşağıdaki kayalara yumuşak yumuşak vurup çekiliyordu. Gerçek bir Fransız olan Tautou önüne ne konduysa yedi.
Yanındaki arkadaşı Valerie de ilginçti. Comedie Française'de oyunlar sahneliyor. Jules Verne'in Denizler Altında 20.000 Fersah romanını uyarlamış. Resimlerini gösterdi, gerçekten müthişti. Şimdi de Gulliver'in Seyahatleri'ni hazırlıyormuş. Çocuk romanı diye bilinen aslında bambaşka anlamları olan yapıtlarla boğuşmayı seviyormuş. Ona bendeki 19. yüzyıl baskılarının bazı gravürlerini göndereceğimi söyledim.
Ameile'nin İstanbul'u sevmesindeki bir neden de adını hatırlayamadığı için kendisine çok kızdığı o küçük lokantada gördüğü muamele olmuş.
İstanbul'da geçen bir film çekerken grup halinde gitmişler. Bir kadın işletiyormuş. Nefis yemekler yemişler. Hesabı istediklerinde, o ana kadar sessizce, saygı içinde servis yapan, kendisini tanıdığını hiç belli etmeyen kadıncağız 1 euro'luk faturayı getirip önüne bırakmış. Amelie filmine hayran olduğunu, kendisini ağırlamaktan mutluluk duyduğunu söylemiş. Kavga kıyamet, hayır, hesap almamış. "Ömrümde böyle şey görmedim, meşhur olduktan sonra da görmedim" diyor. Bu arada İngilizceyi galiba ilk defa Türk aksanıyla öğrenmiş hâlâ da o aksanla konuşuyor.
İSTANBUL'A MUTLAKA GELECEĞİM
Fransız sinemasının artık ölmekte olduğunu söyledi. "Prodüktörler komedi dışında bir şeye para yatırmıyor" dedi. Üzülüyor. Ben de üzülüyorum. Benim 2000'lerdeki Gaspar Noe'li falan o sert Yeni Fransız Sineması'na ne oldu sorum karşısında, "Artık film yapmaları çok zor" dedi. Fecir, Francois Ozon hakkında ne düşündüğünü merak edince de, "Çok severim" dedi ama ekledi, "Sorunlarım var, filmlerini duygusuyla, kalbiyle değil, sadece aklıyla yapıyor. Çok zeki, çok yetenekli ama fazla kurgulanmış, oyuncaklı işler" dedi.
Son filminden ise büyük heyecan duyuyor. "Ya hayran olursunuz ya nefret edersiniz" diyor. Seyretmemek kabil mi?
Dereden tepeden konuşurken, dere tepe düz gittiğimizi fark ettik. Vakit ilerlemişti. Ertesi sabah kör karanlıkta kalkacaktık. Ayaklandık. Yanına gittik. Veda ederken resim çektirelim dedik, masadaki arkadaşlar "Hocam haber atlattınız"dediler, gülüş ahenk fotoğraflar çekildi, elimi tuttu, iki şey dedi, bir "İstanbul'a geleceğim, mutlaka ararım, sözüm sözdür" dedi, bir de "Gulliver resimlerini gönderecek misin?" diye sordu, söz aldı. Öpüştük, ayrıldık.
Nice festivallere...