27 Eylül 2016
Off üç yıl olmuş Tuncel (Kurtiz) öleli, farkında bile değilim, sağda solda haberler çıkınca haberim oldu. Ne kadar birlikte olduk, zamanı ne kadar ortak harcadık ayrı meseledir. Ama Tuncel dünyada özlediğim üç beş kişiden biridir. Onunla bir günde, bir kaç dakika içinde dost olduk. Bizi birbirimize iten, şimdi düşünüyorum, 'esrime' imiş. Onunla birlikte, şiir, şarkı, mitoloji, tartışma, onun 'oynayarak', benim bağırıp çağırarak geçirdiğim saatler. Hayatı boyunca 'cesur' ve 'delişmen' bir insan oldu. Her yeniliğe sonuna kadar, büyük bir cesaret ve merakla açıktı. Bir anı: Ankara'da bir bardayız. Sahnede Okay Temiz, Kamil Erdem çalıyor. Hiç bilmediğimiz bir sürü melodi. Ama belli bir coşku var. Biz de Tuncel'le yan yana duruyoruz. Ansızın sahneye fırladı. O sıralar her yerde Nazım Hikmet'in Şeyh Bedrettin Destanı'nı okuyor. O hiç bilmediği müzikle coşup o büyük şiirden parçalar okuyup, büyük çığlıklar atıp, haykırıp, bir 'performans' gerçekleştirdi. İşte bu coşkuydu onu var eden. (Tam esrime sırasında polis bastı barı. Rutin bir arama. Her şey yarım kaldı.) Bir de büyük kültürü. Herkes onu şimdi 'Ramiz Dayı' diye hatırlıyor. Büyük kültürünü, edebiyatını bilen yok. Oysa yeryüzü tiyatrosunun en ilginç deneyimlerinden biriydi Viyana'da sergilediği Bedreddin. Ne yazık ki, o gösterilerin kaydı yok. Tuncel'i Bedreddin'e Anadolu mitolojisi ve kültürüne duyduğu büyük tutku itmişti. Kaldı ki, kendisini de bir şaman olarak görürdü. Galata'nın sokaklarında, pis, zifos akan Dolapdere'de, Fikirtepe'nin altındaki vadide çok dolaştık. Bütün o zamanlarda tarihin ve kültürün içinde dolaşıyor ve yaşıyordu. Her an 'oynuyordu'. O nedenle onun tarzına 'eylem halinde yaşam' demiştim. Eylemini yaşamdan, yaşamını eylemden çıkarmak ve bu ikisini kültürle birleştirmek, sarıp sarmalamak. Büyük bir tarihti. 1950'lerden itibaren Türkiye'yi ve dünyayı sanatın ve oyunculuğun içinden yaşamıştı. Keşke bunlar daha fazla kayda geçirilseydi. Tuncel 'yaşsız' bir insandı. Bir bilgeydi. Oyunculuğu o bilgeliğinin uzantısıydı. Kaç yaşında ölseydi genç ölecekti. Ama bu kadar genç ölmesine de gerek yoktu...
SOSYAL MEDYADA AŞK
16 Eylül 2016
Evet, sosyal medyaya katılmakta hayli direndim. Gene de şu veya bu nedenle şimdi teweet ve instagram kullanıyorum. Bu yaz başladım... Kendime göre sebeplerim vardı uzak dururken ve o sebeplerin herkes için geçerli olduğunu düşünüyordum. Başta bir görüşü, bir düşünceyi 140 karakterle tweet üstünden iletmek geliyordu. Kimse kendisini kandırmasın. 140 karakterle bir slogan üretebilirsiniz, bir saptama yapabilirsiniz, bir işaret verebilirsiniz. Ama bir düşünce belirtemezsiniz. Bense kendisini yazmakla tanımlayan birisiyim. Düşüncesini ayrıntılı olarak yazmaktır işim. Birikimim, eğitimim ve mesleğim bunu toplumsal bir talebe de dönüştürmüştür. Ne yaparsınız ki, hayatınızı akademide ve farklı mecralarda düşünce üreterek ve onu yazarak geçirmişseniz asıl olan sizin için yazmaktır, slogan atmak değil. Gene de sadece bundan ibaret değil sosyal medya. Her şeyden önce bir haber ağı oluşturuyor. Bir tür örgütlenme olanağı. İnsanlar belli konularda tepki gösteriyor, oluşmuş bir görüşü eleştiriyor, paylaşıyor, tartışıyor. Çok önemli bir yanı bu o mecranın. Çünkü bu yanıyla müthiş bir sivillik üretiyor.
KANTARIN TOPUZU KAÇIYOR
Sivil toplum kavramını vakti zamanında çok tartıştık. Türkiye o kavram çerçevesinde demokrasinin başka anlamları ve boyutlarını öğrendi. Bazı toplumsal sorunlarımızı o yoldan aştık. Ama sanal dünya o tarihlerde gelişmemişti, yoktu. O geliştikten sonra, bugün, sanallık, demokrasinin de yeniden tanımlanmasına yol açan bir olgu. Kamusal alan dediğimiz kavram dönüştü. Çoğu düşünüre ve insana göre kamusal alan artık sosyal medya. Öbür taraftan sosyal medya beni başka bir yanıyla düşündürüyor ki, o da, gene bu demokrasi meselesiyle ilgili. Demokrasi halkla ilgili bir kavram. Halk sesini nerede duyuracak, kamusal alan diye yanlış kullandığımız, doğrusu toplumsal alan olan yerlerde. Bunlar hayranlık duyduğum antik Yunan'da agora'lardı, meydanlar. Gelir insanlar orada tartışır, konuşur, çıkar giderdi. Ama bu demokrasi değildi. (Demokrasi antik Yunan'da soylular için geçerliydi. Kölelerin oy hakları yoktu.) Benim adlandırmamla agorakrasi idi. Zaten bir alanda toplanıp fikir bildirmeyi, tavır belirlemeyi, gösteri yapmayı, örgütlenmeyi böyle adlandırıyorum kişisel olarak. Oysa demokrasi kurallı bir rejimdir. Sosyal medya bir demokrasi alanı değil, sanıldığı gibi. Bir agorakrasidir. Herkesin kendince görüş beyan ettiği bir yer orası. Haber alıp vermek bakımından, bir konuda tavır belirlemek bakımından önemli. Bu bakımlardan çok işlevsel. Ama o kadar. Daha ötesi yok. Tam da böyle olduğu için kantarın topuzu daima kaçırılıyor. O küfür kıyametler, o trollemeler, o saldırılar, o viral oluşumlar. Bilhassa tweet söz konusu olduğunda iş gelip buraya dayanıyor. Şimdi Google da sıkıntıyı anladı ki, bunları kesmek için yeni yöntemler üretiyor. Fakat bütün bunları bu noktaya taşıyan nedenleri daha önce çok yazdım.
ÇOK YALNIZIZ ARTIK
Dünya çok ciddi bir narsisizm döneminden geçiyor. İnsanların sosyal medyayla ilişkisi şurada yazdıklarımdan kesinlikle çok daha ötede. Ve ne yazık ki, geniş ölçüde de narsisizm odaklı. Ne yapalım ki, kendimizi çok seven insanlara dönüştük. Kendimize karşı olmadık bir hayranlık kazandık. Aslında bütün o mesajlar, tweetler, instagram resimleri falan kendimizedir, başkalarına değil. Bir de çok yalnızız artık, kim ne derse desin. Çok etkiniz, çok sosyaliz ama hepsi kendimize dönük. Herkes başkasının resmine bakıyor, başkasının eylemini izliyor ama kendisi için, onların tümünde kendisini görüyor. Dolayısıyla buna sanal yalnızlık diyorum. 'Bağlı (connected) yalnızlık' demekte de bir sakınca yok. Neyse... Ben de uzun bir beklemeden sonra sosyal medyayı kullanmaya başladım. Ama siyaset işlerine girmem. Sadece ve sadece kültür ve sanatla ilgiliyim ki, bu, öyle bile olsa, benim de narsisizm illetine tutulduğum anlamına gelir.