5 Şubat'ı 6 Şubat'a bağlayan gece, saat 01:00 sularında çalışmak üzere bilgisayarımın başına oturdum. Gece yazmayı severim. Niyetim, işlerimi gece boyunca tamamlayıp üç saat uyuduktan sonra sabah yola çıkmaktı.
Sabaha karşı 05:00 sularında telefonum çaldı. Arayan Adana'da yaşayan ağabeyim Fuat Ünlü idi. Kardeşimin ve babamın ölümünden beri gece telefonlarını sevmem. Telefonu, biraz kaygılı biçimde açtım.
"Çok şiddetli bir deprem oldu, sokağa indik. Ancak arayabildim. Bizim burada bir şey yok ama başka yerlerde çok yer yıkılmıştır" dedi.
Böylece Kahramanmaraş Pazarcık merkezli ilk depremden haberdar oldum. En büyük yıkımın Maraş'ta olduğunu tahmin ediyordum, ki bu halen geçerliliğini koruyor, ama sarsıntının; tıpkı yukarıdan halı silkeler gibi Hatay'dan; alüvyonla kaplı Amik Ovası'ndan ve İskenderun Limanı'ndan çıktığını henüz bilmiyordum.
Derken ilerleyen saatlerde depremin yıkıcı etkilerini öğrenmeye başladık. Adana'daki uzak akrabalardan kayıplar vardı. Hatay'da da özellikle Antakya ilçesinde dostlarımızın akrabalarından haber yoktu.
Devlet, ilk şoku atlatıp 10 şehri kapsayan deprem bölgelerine ulaşmaya çalışırken ikinci büyük şoku yaşadık ve dünya tarihinde görülmemiş biçimde neredeyse aynı büyüklükte ikinci bir deprem daha meydana geldi.
Afetlerde kurtarma süreçlerini muhabirlik yıllarımda çok takip ettim. 17 Ağustos 1999 depreminde bir ay boyunca sahadaydım. Adapazarı, Gölcük, Değirmendere… O depremde felaketten etkilenen alan daha küçüktü, hava sıcaktı; bir süre sonra şehirler ölüm kokmaya başlamıştı. 6 Şubat, çok daha büyük bir alanı yıktı. Hava ve yol koşulları da lojistiği olumsuz etkiledi. Ama artık devlet ve millet organize olmuş vaziyette.
'TÜRKİYE'NİN MUTFAĞI' YIKILDI
Bu depremler; 10 büyük şehirde, coğrafyamızın hatırı sayılır bir kısmında, İngiltere büyüklüğünde bir arazide, hesap edin yıkıma yol açan devasa sarsıntılardı. Bu depreme Güney-Doğu Depremi denilmesinden yanayım. Çünkü hem doğuyu, hem de güneyi yıktı. (Normalde Güneydoğu bitişik yazılır, ironik biçimde Orta Doğu ise ayrı yazılır. Ben burada depremin iki ayrı bölgedeki yıkıcılığına vurgu yapmak için Güney-Doğu diye ayırdım.)
'Türkiye'nin mutfağı' dediğimiz geniş bir bölgede öncelikle can kurtarma ve insani yardım faaliyetleri başta olmak üzere bütün çalışmalar devam ediyor. Öncelik, aradan geçen günlere, saatlere rağmen enkazlarda hâlâ nefes alanları kurtarmak. Bir can, bir candır. Ve enkazlardan çıkıyor da şükür.
Ama çok fazla kaybımız var, bu enkazı kaldırmak; bunun üstesinden psikolojik, ekonomik, siyasi ve toplumsal olarak gelmek biraz zaman alacaktır. Bu ülke çok büyük badireler atlattı. Yüzüncü Yıl'ın başında doğadan gelen bu felaketin sonuçlarını da aşmayı becerecektir. Allah'ın izni, inayetiyle…
15 milyon insan, yani toplam nüfusun yaklaşık yüzde 17'sinin tamamı depremden etkilendi. Bunun da yüzde 17'sinin evleri yıkılmasa bile binaları hasar gördü, evlerine giremiyorlar. Ve en önemlisi; halen enkaz altındaki canlar için hipotermi riski yükseliyor. Soğuk hava nedeniyle zamanla yarışılmaya devam ediliyor.
TARİH, SİYASİLERİ VE AYDINLARI YARGILAR
Her depremin olduğu gibi bu depremin de Veli Göçer'leri var. Misal benim doğup büyüdüğüm Adana Hürriyet'teki eski binalar ayakta, ama Çukurova'daki yeni binalar yıkıldı. Malatya'da da öyle... Ne var ki, bunlar şimdilik tali meseleler. Şu anda tek konuşulması gereken konu, kurtarma ve lojistik. Önce ayağa kalkmamız lazım.
Ve şehirlerimizin; hele de Güney-Doğu ve Marmara yüzeylerinde fay hatları üzerinde kurulu olduğunun bilincine vararak bu kez sistemi baştan yanlış kurmaktan kaçınarak (çünkü bütün yanlışlar başlangıçla ilgidir) ayağa kalkmalıyız. Yatay mimariden başlayarak her seçeneği masaya yatırarak…
Kayıp sayımız şimdiden 17 Ağustos depremindeki kayıp sayısını geçmiş durumda: 24 bin 617'ye yükseldi. Bu yazı yayınlanana kadar mutlaka enkazlardan yeni canlar ve yeni cenazeler çıkarılacaktır.
Toparlarken… 29 Eylül 2019'da bu köşede eski zamanlarda meydana gelmiş üç deprem, iki Antakya depremi ve bir Adana depremiyle ilgili yazdığım şu satırları da hatırlatmak istiyorum:
"İki bin yıldır bu topraklarda gerçekleşmiş kaybı en fazla deprem ise 13 Aralık 115'de meydana gelen Antakya Depremi. 260 bin kişinin hayatını kaybettiği bu deprem, 'Küçük Kıyamet' olarak anılan 1509 Büyük İstanbul depreminden daha şiddetliydi.
…
Ve 19 Mayıs 526'da medeniyetler şehri Antakya'yı bir deprem daha vurdu. Yaklaşık 8 şiddetindeki bu depremde ise 250 bin kişi hayatını kaybetti.
1268 yılında yine o yörede Kilikya'da, yani Adana bölgesinde meydana gelen bir büyük deprem var. Şiddeti 7. Kayıp sayısı 60 bin kişi."
Yukarıdaki satırlar; 29 Eylül 2019'da bu köşede yayınlanan Bir 'Tabii Komplo'nun kısa tarihi: Deprem' başlıklı yazıdan.
Bu yazıda GSM şirketlerinin küçük afetlerde bile kötü sınav verdiğini ve kazandıkları onca paranın hakkını veremediklerini yazmıştım. Maalesef Güney-Doğu depreminde de bunu ziyadesiyle gördük.
Ve halen çalışmaların devam ettiği bu kritik süreçte şunu unutmayalım: Tarih; milletleri değil, siyasileri ve aydınları yargılar. Milletimiz; büyük bir afetin yıkıcı sonuçlarını azaltmaya ve ayağa kalkmaya çalışırken siyasi fırsat peşinde koşan küçük hesaplı politikacılar, kör ve de nankör aydınların seslerini işitmek istemiyor. Zaman, halen çalışma zamanı; sessizce...
Bitirmeden... Deprem sonrası bizi bekleyen beş muhtemel riski sıralamak istiyorum:
"1- Afet bölgesinde salgın. (Yüksek risk)
2- Otorite boşluğu algısına bağlı asayiş sorunları (Düşük risk)
3- Dış tehditlerin, bağışıklığımız düştüğü için harekete geçmesi. (Düşük risk)
4- Siyasi muhalefet kaygısıyla devleti ve milleti ayrıştırma. (Yüksek risk)
5- Terör örgütlerinin, Suriye'den sızarak terörü tekrar topraklarımıza ihraç etme riski. (Düşük. Eğer Gaziantep ve Kilis'i rahatlatan 2016'daki Fırat Kalkanı ve Hatay'ı rahatlatan 2018'deki Zeytin Dalı harekâtları olmasa 'yüksek risk' kategorisinde olurdu.
Uzattım, farkındayım ama bir mühim ekleme: Rusya ve Ukrayna'da 21 yıl süreyle yaşamış dostum Reşit Kemal As, tehdit ve risk analizlerini yaparken şehirlerden çıkışların olmadığı, tersine şehirlere girişlerin olduğu bir tablonun bizim yıkılmayacağımızı gösterdiğini söyledi. Ki kendisi Rusya ve Ukrayna'da bunun tam tersini gözlemlemiş, yıllar boyu…
Yani kaleyi bırakmak şöyle dursun, kaleye akın ediyoruz demeye getiriyor. O şehirlerden çıkmayanlara ve daha önemlisi, istese de çıkamayanlara yardım eli uzatmak için akın ediyoruz. Biz işte bu dayanışmayla kalkacağız; devlet-millet elbirliğiyle… Düştük evet, ama kalkacağız.